“Yeniden doğmuş gibi olmak istiyorum, bu kadar küçük ama orijinal eylemlerin tekrarından habersiz, üzerine gerçekten inşa edebileceğim bir çalışma çıkacak, kesinlikle Avrupai olmayan şairleri ve modayı göz ardı ederek neredeyse ilkel olmak. Sonra çok mütevazi bir şey yapmak istiyorum, kendi başıma küçük bir resmi amaç (aynen böyle) bulmak istiyorum... ve bir gün, bu kadar küçük ama orijinal eylemlerin tekrarı yoluyla, üzerine gerçekten inşa edebileceğim bir çalışma ortaya çıkacak.” Cage
Geçen hafta da yer verdiğim gibi John Cage IChing ve Zen Budizmi dünyasına girer. Aslında bestecinin en baştan aradığı şey şatafattan ve sesin doğasının çeşitli kurallarla başka forma dönüştürülmesinden ziyade sade bir anlatım. Sesin doğasını deneyimletmek, günlük hayatlarımızda karşılaştığımız seslerin doğasına dikkati çekmek. Önceki yazımda kendi ağzından yazdığım gibi bir eseri meydana getirirken izlediği yol şu: “Yöntem, yapı, niyet, disiplin, notasyon, belirsizlik, i̇ç içe geçme, taklit, adanmışlık, koşullar, değişken yapı, anlaşılmama, olasılık, tutarsızlık, performans (I-VI).” Aslında burada yön olarak belirlediği her kelimeyi teker teker sorgulamış. Yöntem ile başlayıp Performans ile dinleyiciyle buluşan skalasındaki her kelimeyi tek tek. Bu sebeple de görsel sanatlar olsun, doğu felsefesi ve pratiği olsun çeşitli disiplinlerde bu sorgulamasının cevaplarına yaklaşmak istemiş, aslında tamamen gerçek olmak istemiş ki bu bana göre çok değerli. Statükoculuktansa kendi benliğini yeni alanlara keşfetmeye açmaktan hiç çekinmemiş.Bir zaman Cage’in şu sözünü okuyup çok etkilenmiştim: “İnsanların yeni fikirlerden neden korktuklarını anlayamıyorum. Ben eskilerden korkuyorum.” Adeta gelecekten günümüze gelmiş gibi bir yaklaşımı olmuş hayata, müziğe, seslere karşı bestecinin.
Bu uğurda Hint Rasa geleneğini/müziğini incelemiş. 1946’da Hintli müzisyen ve şarkıcı Gita Sarabhai ile tanıştı. Hazır piyano için 20 parçalık bir koleksiyonu oluşturan Sonatlar ve Interlüdler’i (1946–1948) Sarabhai’ye adadı. Farklı sesler elde etmek için piyanonun tellerine çeşitli objelerle icra edilen bu eser bestecinin en büyük eserlerinden sayılır. 16 sonat ve 4 interlud’te oluşan eserin amacı, Hint rasa geleneğinin sekiz duygusunu ifade etmektir; rasa, izleyicide veya dinleyicide uyandırılan baskın duygusal tema veya duygudur: rati (sevgi); hasya (neşe); soka (üzüntü); krodha (öfke); utsaha (enerji); bhaya (terör); jugupsa (iğrenme); ve vismaya (şaşkınlık).
Müziğin amacının zihni susturmak, egodan kurtarmak ve böylece onu mistik deneyime açık hale getirmek olduğuna inanan Gita Sarabhai tarafından oldukça desteklenen bir durum olan santam (huzur) adı verilen geleneğe daha sonra dokuzuncu bir rasa eklendi. Sarabhai, Batı müziğinin geleneksel Hint müziği üzerindeki etkisi konusunda endişeliydi ve altı ay boyunca ABD’de birkaç öğretmenle Batı müziği eğitimi almaya ve ardından Hint geleneklerini korumak için elinden geleni yapmak üzere Hindistan'a dönmeye karar vermişti. Cage’ten de ders almak isteyen Sarabhai ile karşılaşmasını Cage ‘Afternote to Lecture on Nothing’, ‘Silence: Lectures and Writings’ kapsamında “Benimle çağdaş müzik ve kontrpuan çalıştı. ‘Ne kadar ücret alıyorsun?’ dedi. Ben de ‘Bana Hint müziğini de öğretirsen bedava olur’ dedim. Neredeyse her gün birlikteydik. Altı ayın sonunda, uçup gitmeden hemen önce bana Sri Ramakrishna'nın İncilini verdi. Bitirmem bir yılımı aldı” diye yer vermiş.
Cage daha fazla saygı görmeye başladıkça, beste yapmanın yanı sıra makaleler de yazdı ve konuşmalar yaptı; 1950’li yıllarda, ‘bir şey’ ile onun ‘yokluğu’ arasındaki simbiyotik ilişkiyi dile getiren ve onun felsefi inançlarını daha da damıtan ünlü ‘Bir Şey Üzerine Ders’ ve ‘Hiçbir Şey Üzerine Ders’ ile zirveye ulaştı: Bu, bir şey hakkında bir konuşma ve doğal olarak hiçbir şey hakkında da bir konuşma değildi elbette. Bir şeyin ve hiçbir şeyin birbirine karşıt olmayıp, devam etmek için birbirine ihtiyaç duyduğunu anlatıyordu, Cage “Mesela biri dedi ki, ‘sanat içeriden gelmeli; o zaman derindir.' Ama bence sanat dışarıdan içeriye giriyor ve 'olmalı', 'o zaman', 'o', 'derin' kavramlarına ihtiyacı yok” diyerek aslında müziğin ya da sanatın algılanarak içselleştiğine dikkat çekmiş ve eklemiş “Sanat içeriden geldiğinde, ki bu çok uzun zamandır yapılan bir şeydi, onu yapanı, onu gözlemleyen ya da duyanların üstüne çıkaran bir şey haline geldi ve sanatçıya bir dahi gözüyle bakıldı ya da bir derece verildi: ‘Birinci olan’, ‘İkinci olan’ ya da ‘İyi olmayan’” Ne kadar da haklı… Şahsen sahnede olan bir müzisyen ve konserlere çok meraklı bir dinleyici olarak günümüzdeki dinleyicinin ya da çoğu sanatçının, sanatı dünya dualite anlaşına indirgeyerek tamamen materyalize etmesine çok karşıyım. Müziğin evrenden gelen o müthiş yapısı göz ardı edilerek müzisyen iyi mi, yoksa kötü mü? En hızlı çalan, en havalı çıkan, en şov yapan en makbul kriterleriyle ilerliyoruz, başka bir deyişle ilerleyemiyoruz. Müzik ve sanat egosal meseleleri araçsallaştıran bir meta olarak kullanılıyor. Müziğin kaynağından koptuk, aynı kendimizden koptuğumuz gibi….