‘’Hayat bir sarkaç gibidir. Sağdan sola, soldan sağa salınır. Istıraptan can sıkıntısına ve can sıkıntısından ıstıraba doğru salınır.”
Kötümser felsefenin gurusu olan Arthur Schopenhauer’in bu kült sözleri üzerine temellendirilen varoluşun mutsuzluk söylemi, Stoacı, Spinozacı ve Epikürcü gibi, mutluluğu ve yaşam sevincini temel almış olan mutluluk felsefelerine rağmen kendisinden sonra gelen ünlü düşünürleri çok etkilemiştir…
Mutlu olduğumuzu sanıp aslında mutsuzluğun bataklığında debelenip durduğumuzu göremeyecek kadar bilinçsiz insanlar mı olduk acaba?
Sahip olmadıklarımızdan dolayı ıstırap çekerken, bunların karşılanmasının kısa bir süre sonrasında tatminsizliğe ve hatta can sıkıntısına düşmüyor muyuz? Ve sonra yeni yoksunlukların ıstırabı ile ihtiyacın karşılanması arayışlarına girmiyor muyuz?
Bu sorular önemli, zira yaşadığımız post modern tüketim çağında hissettiklerimizi Schopenhauer iki yüzyıl önce öngörmüş ve kalıcı bir mutlu hayatın aslında imkansız olduğunu savlamıştı.
Ünlü düşünür, iradenin, istencin veya bunları oluşturan güdülerimizin mantığımızın -aklın- önünde gittiğini ve insan davranışını yönlendirenin akıldan öte irade olduğu için hareketli ama tatminsiz ve can sıkıntısı içinde bir hayat geçirdiğimizi söyler. Zira arzularımızın bu model hayatta tatmin olması mümkün değildir.
Sahip olduklarımızdan öte sahip olmadıklarımıza yöneliyoruz. Yoksunluk bizi ıstıraba götürürken, eksik olana sahip olmamızla birlikte geçici bir mutluluk yaşıyoruz ama sonra sahip olmanın kendine özgü bir can sıkıntısını yaşıyoruz. Ve akabinde ıstırap içinde yeniden yoksun olduklarımıza sahip olmaya yönleniyoruz.
Hayatımız ıstıraptan iç sıkıntısına yönelen bir sarkaç gibi salınıyor ve sonra geri dönüyor, ıstırapların başlangıç noktasına.
Kapitalizm ve aşırı tüketime dayanan çağdaş hayatlar Schopenhauer’i her geçen gün haklı çıkarıyor aslında. Tükettikçe tatminsizliğe düşüyoruz.
Aklımız bizi tatmin edilmiş arzunun keyif verip mutluluk yarattığına inandırmaya çalışıyor. Lakin bir süre sonunda tüm ihtiyaçların karşılandığı bir hayatın, ihtiyaçları karşılanmayanların hayatından daha neşeli olmadığını da gözlemliyoruz, tuhaf bir şekilde. İlk önce yoksunluk çekiyoruz, sahip olduktan sonra ise can sıkıntısı çekiyoruz. Ve yeni arayışlara dalıyoruz.
Schopenhauer’e göre, hiçbir hayat bu trajediden kaçamaz. Şöyle der ünlü düşünür:
“Hiç şüphe yok ki insanlar, içinde bulundukları gerçekliğin yanılsaması içinde yaşayabilir ve mutluluğun, arzularının doğal sonu olduğuna inanabilirler. Bilinçli bir vicdan için olumlu bir mutluluk deneyimi yoktur. Mutluluk dediğimiz şey yalnızca daha az acıdır. Mutluluğun tümü olumsuzdur, olumlu hiçbir şey yoktur; dolayısıyla hiçbir tatmin kalıcı olamaz. Temelde bu, yalnızca bir acının ya da yoksunluğun sona ermesidir ve bunların yerine mutlaka yeni bir acı ya da biraz durgunluk, amaçsız bir beklenti, can sıkıntısı gelecektir…”
***
Ünlü Fransız yazar Jean Jacques Rousseau’nun ‘Yeni Heloise’ romanında, varlıklı biriyle yeni evlenen kadın kahraman eski sevgilisine yazdığı mektupta şunları söyler:
“Evliliğimden beri hissettiğim bir şey var. Her yerde memnuniyetten başka bir şey görmüyorum ama mutlu değilim. Gizli bir halsizlik, sıkıntı kalbimin derinliklerine sızmış durumda. Bir zamanlar seninki hakkında söylediğin gibi, onun boş ve şişmiş olduğunu hissediyorum. Değer verdiğim her şeye duyduğum bağlılık, kalbimi meşgul etmeye yetmiyor. Ne yapacağını bilmediği işe yaramaz bir güçle baş başa kalıyor sanki. Biliyorum, böylesi bir acı tuhaf bir durum ama gerçek... Dostum, çok mutluyum ama bu mutluluk beni sıkıyor.”
Varlıklı olmanın mutluluk getirdiği yanılsamasının en bariz örneğini anlatıyor Rousseau 18. yüzyılda yazdığı meşhur romanında… Kahramanımız hayatının zirvesinde bile açıkça can sıkıntısı çekiyor.
***
Küçüklüğünden beri varoluş sıkıntısı çektiğini iddia eden ünlü İtalyan yazar ve şair Alberto Moravia, annesini onu canı sıkıldığı zaman sinemaya götürdüğünü ama can sıkıntısının geçemediğini ve en büyük trajedinin de annesi ve kendisi dahil kimsenin can sıkıntısının nedenini bilmemesi olduğunu söyler.
Moravia can sıkıntısını olumlu bir varoluş formu olarak tasvir etmeye çalışarak bir tarih tezi geliştirir. Ona göre evrensel tarih çok basit bir fikre dayanıyordu.
Tarihin itici gücü ne ilerlemede ne biyolojik evrimde, ne ekonomik olguda, ne de çeşitli ekollerden tarihçilerin genel olarak iddia ettiği başka bir güdüdeydi ama sadece can sıkıntısındaydı.
Moravia tezini şöyle geliştirir:
“Bu muhteşem keşif beni çok heyecanlandırdı ve her şeyi köküne kadar götürdüm. Başlangıçta sıkıntı vardı, sıradan deyimle kaos. Tanrı sıkılarak yeri, göğü, suyu, hayvanları, bitkileri, sonra da Adem ve Havva'yı yarattı; bunlar da cennette sıkılıp yasak meyveyi yediler. Tanrı'yı sıkıntıya soktular ve Tanrı onları cennetten kovdu; Habil'den sıkılan Kabil onu öldürdü; Nuh gerçekten çok sıkıldığı için şarabı icat etti; Tanrı yeniden insanlardan sıkılarak dünyayı tufanla yok etti; ancak bu felaket de onu o kadar sıktı ki güzel havayı geri getirdi. Ve bu böyle devam etti.
Büyük Mısır, Babil, Pers, Yunan ve Roma imparatorlukları da sıkıntıdan doğdu ve sıkıntıdan çöktü; paganizmin can sıkıntısı Hıristiyanlığın doğuşuna yol açtı; Katolikliğin can sıkıntısı Protestanlığa yol açtı; Avrupa'nın can sıkıntısı Amerika'nın keşfine yol açtı; feodalizmin can sıkıntısı Fransız devrimine, kapitalizmin can sıkıntısı ise Rus devrimine neden oldu…”
Varoluş sıkıntısının dünyanın gidişatının tek belirleyici dinamiği olduğu gibi fantastik bir iddia, can sıkıntısının kökeni ve yarattığı sonuçların çözümlenmesi sonsuza değin gri alanda kalacağından, yine de dikkate alınmalıdır belki de.
***
Schopenhauer’e göre ıstırap ile can sıkıntısı arasında gidip gelen insan bu gizemli güçlerin bilinçsiz oyuncağı olarak yaşamaya çalışmakta.
Hiçliğin ıstırabı ile Varlığın boşluğunun can sıkıntısı ile baş etmek pek mümkün değil son tahlilde.
Lakin, sorunun çözümünü Nietzsche vermiş belki de:
Yeni değerlerle hayatını özgürleştirdikten sonra onu olduğu gibi kabul edeceksin. Mutluluk, mutsuzluk, ıstırap , can sıkıntısı ve sevinç birbirlerinden ayrılamayan metafizik güçler olduğuna göre , sana kalan, düşünsel evrimini yaptıktan sonra hayatını, kaderini sevmen olacak.
‘Amor fati’.