Kimi zaman yaşıtlarımla bir araya geldiğimizde, çocukluğumuzdan anımsadığımız sokak lezzetlerinden, oynadığımız oyunlardan, arkadaşlık ilişkilerinden söz açılır. Karataş’ta köşe başındaki muhallebicinin, adını bir marka gibi bağırarak dolaşan dondurmacının, gür sesli turşucunun, kahvehane bahçesindeki ciğercinin adları geçtikçe ağzımız sulanır, onların o günlerde keyifle tükettiğimiz ürünlerini öve öve bitiremeyiz. Mahalle bakkalından aldığımız, sıradan şekerleme ve çikolatalar sanki bir şölendi bizim için. Sokaklarda, bahçelerde geliştirdiğimiz oyunları anımsadıkça o eski günleri yeniden yaşarız.
Aradan çok uzun yıllar geçti. Bugün çocukların oynadığı oyunlar farklılaştı, birçok ailede yemek kültürü değişti, ilişkiler daha çok sanal ortamlarda gelişmeye başladı. Eski sokak lezzetlerine gelince… Her ne denli bu satıcılar anılarımızda güzel bir yer aldılarsa da, düşünmeden edemiyorum: Gerçekten o dönemde yediğimiz gıdalar, şimdikilerden daha mı lezzetliydiler? Elbette ki kesin bir yanıt vermek olanaksız, ama şunu söyleyebilirim. Gerek satın alabilme gücümüz, gerekse çevremizde bulabildiklerimiz o kadar sınırlıydı ki, yalnız yediklerimiz değil, her şey bize çok güzelmiş gibi görünüyor. Bir başka deyişle, o günlerde onları kıyaslayabilecek ne bilgimiz, ne damak zevkimiz ne de farklı lezzetleri arama olanağımız vardı. Kısacası bulabildiklerimiz, yapabildiklerimiz, bizim için en iyileriydi, en güzelleriydi! Bu söylediklerim, o dönemin günlük yaşantısı içinde yalnızca sıradan birer örnek olarak ele alınabilir. Oysaki kıyaslamaya çalıştığımızda, hayatımızın her dönemi için farklı çıkarımlarda bulunabiliriz.
Yanlış anlaşılmasın, amacım kesinle bir eskiye özlem ya da kuşaklar arasında bir kıyaslama yapmak değildir. Gençken, kimi sözleri yaşlılardan duyduğumuzda burun kıvırırdık. Efendim eski bayramlar şöyleydi, eski insanlar daha erdemliydi, eskiden hayat çok daha huzurluydu… Bilmiyorum, bu tür nesnel konuları hangi kıstaslarla ele alabiliriz ki… Bu yüzden bunları tartışmak bile istemem. Hepimiz çağın getirdiği bilimsel gelişmeler doğrultusunda, olanaklarımızın sağladığı sınırlar içerisinde, kendi dönemimizi yaşıyoruz. Buna karşın çocukluk özleminin sanki hiçbirimizde eksilmediğini de görüyorum.
Edip Cansever’in, Manastırlı Hilmi Bey’e İkinci Mektup şiirindeki bir dizesi şöyle:
“Gökyüzü gibi bir şey bu çocukluk.”
Nasıl ki başımızı kaldırdığımızda gökyüzü her zaman bize gülümsüyorsa, çocukluk anıları da peşimizi hiç bırakmıyor. O yıllarda geçirdiğimiz daha sorumsuz bir hayat, her alandaki ilk deneyimler, çabuk mutlu olma yeteneğimiz, gelecekle ilgili bir kaygı beslemeden günü yaşamış olduğumuz gibi nedenler, çocukluk özlemimizi tetikliyor olabilir.
Cahit Sıtkı Tarancı bu özlemi sıkça dizelerinde dile getirmiştir. Nitekim onun ünlü Otuz Beş Yaş şiirindeki şu dize gibi: “Sanki ne diye yola çıktık? Çocukluk!”
Yanılmıyorsam Brezilyalı ünlü yazar Jorge Amado söylemişti: İnsanın anayurdu çocukluğudur!
Evet, hangi yaşta olursak olalım, çocukluk anıları hiç beklemediğimiz bir anda karşımıza çıkabiliyor. Bazen özlemle, bazen hüzünle, bazen de mutlulukla…