En son bir arkadaşımdan ne zaman bir mektup aldım, anımsamıyorum. Sanırım kırk yıl olmuştur. Düşünüyorum da, nasıl sabırlıymışız o zamanlar… Masanın başına oturup özenle bir mektup yazmak, onu posta kanalıyla yollamak, yanıtını beklemek için! Günler, haftalar geçer, yine beklerdik; bazen heyecanla, bazen umutla, bazen de aklımızdan geçirdiğimiz olumsuz düşüncelerle… Geçen yüzyıla kadar iletişim kurduğumuz en önemli araçtı mektuplar. Aynı zamanda yazan kişiye göre değişen, onun duygu ve düşüncelerini yansıtan bir sanattı. Artık elimizde yalnızca bu ünlü kişilerin mektup örnekleri kaldı. Günümüz gençlerine sorsak, birçoğu belki bir mektup olsun almamış, yazmamıştır.
Sakın sözlerim yanlış anlaşılmasın. Bu iletişim aracını çağın her an gelişen teknolojisiyle kıyaslamak ya da bu sanat hayatımızdan eksildi diye yakınmak istemiyorum. Herkes nasılsa yaşadığı dönemin olanaklarıyla iletişimini kuruyor. Amacım geçmişte önemli olan böyle bir sanatı yalnızca anımsatmak! Nitekim benzer bir saptamayı tam yüz yıl önce Stefan Zweig de yapmış:
1924 yılında, bir yayınevi tarafından yayımlanan Yalnızlıkların İçinden Mektuplar kitabı için yazdığı sonsözde, mektup yazma sanatının sonuna yaklaşmakta olduklarını söylüyordu. Yazar, bunun nedenlerini şöyle sıralıyor: Her konuda yayın yapan ve haberleri anında ileten gazeteler… İnsan ruhunu yazıya yansıtmayan yazı makineleri... İnsanların duygu ve düşüncelerini, iç dünyalarında olgunlaştırmadan karşısındakilere ulaştıran telefonlar… Son olarak da canlı, yaratıcı sözcüklere hayatımızda yeterince yer vermiyor olmamız. Zweig bu olumsuz etmenleri sıraladıktan sonra, sözlerini şöyle noktalıyor:
“Bazı konular yalnızca ancak iki kişinin konuşmasında görülen bu tonla dile getirilebilirdi; belki de zamanımızda en anlamlı mesajlardan bazılarını yitirmiş olmamızın tek nedeni, bu sanatı, mektup yazma sanatını görünüşte artık unutmuş olmamızdır.”
Bugüne değin birçok ünlü yazarın, sanatçının, bilim insanının mektuplarını keyifle okudum. Kitaplığımda, birçok derginin yıllarca önce yayımladığı mektup özel sayıları duruyor. Arada bir onları okur, yazarının içten sözcüklerle söylediklerini anlamaya çalışırım. Kurgu yapıtlarından, bilimsel çalışmalarından ya da felsefesinden tanıdığım birçok insanın bu mektuplardaki paylaşımları kadar, bunları dile getirme biçemleri satırlar arasında canlılık kazanıyor. Onların özel yaşamlarını, tutkularını, çalışma ve düşünme şekillerini, duygularını, diğer insanlarla ilişkilerini öğreniyorum. Benzer sözleri günceler için de söyleyebilirim, ama mektuplar daha yaygın ve daha özenli kaleme alındıkları için onların yeri yine de farklıdır.
Tercüme Dergisinin 1964 yılında çıkan Mektup Özel Sayısının, Okuyuculara Mektubunda Fehmi Baldaş şöyle bir saptamada bulunur:
“Eflatun’un öğretmek, Epikuros’la Seneca’nın ders vermek, Hülagû’nun buyurmak, Madame de Sévigné’nin dedikodu yapmak, sarayda olup bitenleri haber vermek, Voltaire’in içini dökmek, Goethe, Schiller ve Alain-Fournier’nin başlamış dostlukları devam ettirmek ve kuvvetlendirmek için yazdıkları mektuplar bugün artık edebiyat tarihçisi için olduğu kadar tarihçi için de birer belge halini almıştır.”
Bugüne kadar yazılmış olan mektuplar edebiyat tarihçilerine birer kaynak belge olarak ışık tutuyor, biz de keyifle okuyoruz. Bundan sonra yazılacak mektupları, ancak kurgu yazarlarının yapıtlarından okuyabileceğimizi sanıyorum.