Tarih 19 Temmuz 2024. İtalya’nın Toscana Vadisi’nde, doğduğu Lajatico Köyündeki ‘Sessizlik Tiyatrosu’nda, Andrea Bocelli ile birlikteyiz. Daha doğrusu ünlü tenor vadide kurulu devasa sahnenin ortasında, “Il mare calmo della sera” baladını icra ederken, biz ondan elli metre kadar uzaklıktaki sandalyelerde oturmuş adeta huşu içinde Bocelli’nin kadife sesinin tadını çıkartıyoruz. Fakat o da ne? Birden sahneye tepeden tırnağa simsiyah ninja kıyafetleri içerisinde üç kişi peyda oluyor. Yavaş hareketlerle sessizce sanatçının çevresinde dolanıyorlar. Sonra birisanatçının tam önünde ayakta dikiliyor. Artık Andrea Bocelli ile aramızda omuzunda taşıdığı devasa kamerasıyla kapkara bir “ninja-kameraman” var! Sanatçının yüzünü ancak sahnenin arkasında kurulu büyük ekrandan görebiliyoruz.
İki günlük bu konser kaçamağımız aslında Bocelli’ye hayran sevgili eşime bir doğum günü armağanımdı. Oysaki ben opera müziğinden hoşlanıp hoşlanmadığım konusunda hep kararsız kalmışımdır. Bocelli ile aramıza giren umursamaz kameraman ister istemez beni bu büyülü müzik ortamından kopardı ve geçmişe, ta gençlik yıllarıma götürdü. O yaşlarda değil aryalardan hoşlanmak, düpedüz nefret ederdim! Bunun iki temel nedeni vardı. Birincisi ve en önemlisi yanımızdaki evde oturan konservatuar öğrencisi genç kadındı. Gün boyunca hançeresini yırtarcasına idman yapar, göğsünün derinliklerinden tahammülü güç, sürekli tekrarlanan inanılmaz tiz sesler çıkartırdı!
İkinci neden ise favori çizgi roman kahramanım Tenten’in çizeri Hergé’nin bir yerlerde okuduğum ve zihnime kaydettiğim sözleriydi. Bu söyleşisinde, çocukluğunda piyano eşliğinde bağırarak şarkı söyleyen teyzesiyle dalgasını geçen sanatçı, “Utanıyorum ama, opera beni güldürüyor ve çok sıkılıyorum” demişti. Bu sözler, benzer dertten muzdarip olan beni de etkilemiş olmalıydı.
Hergé, pek çok Tenten macerasında boy gösteren abartılı ve komik soprano Bianca Castafiore tiplemesini bu bakış açısıyla yaratmıştı. İlk kez ‘Ottakar'ın Asası'nda karşımıza anaç bir karakter olarak çıkan soprano, zamanla gelişerek 1950’lerde “La Divina” ünvanıyla taçlandırılan dünyanın en ünlü sopranosu Marie Callas’ın karikatürüne dönüşecekti. Bianca Castafiore, bütün abartılı kibrine karşın, cesareti ve Tenten’in dostlarına olan sadakatiyle okurun beğenisini kazanmıştı. Hatta o kadar ki, yine Hergé’nin yaratmış olduğu sempatik bilim adamı Profesör Tournesol, önceleri mesafeli durduğu Castafiore’ye yıllar içinde abayı yakacaktı! Fakat hemen küçük bir ayrıntı; Profesör Tournesol ağır işitmek bir yana, adamakıllı sağırdı!
Andrea Bocelli ile aramıza giren ninja-kameramanın sırtını seyrederken, yıllar içinde opera ile aramda gelişen gidip gelmeli tuhaf ilişkiyi de biraz Hergé’nin Bianca Castafiore ile geliştirdiği ilişkisine benzettim.
Beni opera müziğine bir nebze ısındıran, meloman olarak tanımlayabileceğim annemin dayısıydı. Sarkastik mizahtan ve ironiden de çok hoşlanan büyük dayım, bir gün bana en yetkin müzik enstrümanının hangisi olduğunu sordu. Sorudaki tuzağı fark ettiysem de cevaplamak istedim. Aslında doğru çalınması durumunda ister yaylı, ister nefesli, ister vurmalı olsun, hemen her enstrümandan çıkan ses bana göre güzeldir. Yine de piyano ile kanun tınılarının bendeki yerleri ayrıdır, ikisi arasında biraz bocaladıktan sonra “piyano” deyiverdim. Bilgiç bilgiç gülümseyerek başını olumsuz yönde salladı büyük dayı, “Yanlış cevap; en yetkin müzik enstrümanı insan larenksidir!” dedi. Sıra operayı övmesine gelmişti ki, hevesini kursağında bıraktım ve “Ben operadan nefret ediyorum!” diyerek olay yerinden uzaklaştım.
Büyük dayım yılmadı, birkaç gün sonra bana iki CD armağan etti: “Bu aryaları iki kere dinle, sözlerini anlamasan bile eminim melodilerini seveceksin” dedi. Gerçekten de öyle oldu. Aslında hiç bir zaman operadan hoşlanmadım. Carmen, La Traviata, Figaro’nun Düğünü gibi büyük klasiklere bile tahammülüm sınırlıdır… Fakat bazı aryaları dinleye dinleye sevmeyi öğrendim, güfteleri önemli değildi.
Tarih 24 Temmuz 2024. Televizyonda İsrail Başbakanı’nı izliyorum. Washington’da ABD kongresinde yumruğunu kürsüye vura vura konuşuyor. Ama ne konuşma! Kongre üyeleri, senatörler, temsilciler, kim varsa, her bir cümlesinden sonra büyük bir coşkuyla kendisini ayakta alkışlıyorlar. Sözleri tam olarak anlaşılıyor mu emin değilim. Fakat ağzından çıkan sözcüklerden ziyade tonlaması önemli. Ve o yoğun alkışlar sayesinde dışarıdaki göstericilerin sesleri salona ulaşmıyor. Hatta binlerce kilometre ötedeki insanların yardım isteyen çığlıkları bile!
Ve nihayet tarih 26 Temmuz 2024. Paris Olimpiyatlarının görkemli açılış gösterisinin sonu. Olimpiyat meşalesi Montgolfier Kardeşlere atıfla Paris semalarında ağır ağır yükselirken, sürpriz bir ses geceye son noktayı koyuyor. “Hymne à l’amour”, ‘Sevgiye Övgü’ diye çevirebileceğim Edith Piaf’ın şarkısını, amansız bir hastalıkla boğuşan ve dört yıldan beri ilk kez seyirci karşısına çıkan Celine Dion’un büyüleyici sesinden dinliyoruz. Melodinin bütün sözlerini anlamasak bile, Eyfel Kulesinin birinci katından gökyüzüne “Allah sevenleri buluşturur” diye seslenerek şarkısını sonlandıran divayı, milyonlarca izleyiciyle birlikte ekrana kilitlenmiş, tüylerimiz diken diken, gözümüzde bir damla yaşla izliyoruz. Sahi onca sevgi bu kadar içimizdeyken bunca savaş ne iş?