Depresyon, intihar, gençler, medya, tedaviler
Ne zaman tanınmış bir kişi intihar sonucu ölse, konu bir süreliğine gündemde kalır. İntiharın niyetlenmiş ve planlanmış mı, yoksa kişinin kullandığı uyuşturucu maddenin dozunun aşırı kaçmasından ötürü aslında amaçlanmamış bir durum mu olduğu tartışmaları intiharın kabul edilmesinin zorluğu ölçüsünde artar. İnsanın kendi iradesiyle yaşamaktan vazgeçmesi yaşamak için bir irade göstermeye gerek kalmaksızın yaşayıp gidenler için anlaşılmazdır. Geride kalan yakınlarının bu durumu kestirememiş ya da işaretleri anlayamamış olmaktan duydukları duygular yoğundur.
Tanınmış kişinin ölümü yakınlarında ya da sevenlerindeki acı ve üzüntünün ötesinde toplumsal etkiler gösterir. Ruh sağlığına ve ruhsal bozukluklara sansasyonel durumlar dışında pek ilgi göstermeyen toplum ve ‘medya’ depresyon ve bipolar bozukluk ile intihar arasındaki ilişkilere ve ruh sağlığına değinen bilgiler paylaşılır. Bunların içinde önemli bulduklarımdan bir tanesi madde ya da alkolün bu ruhsal bozuklukların verdiği sıkıntı ve ruhsal acıyı azaltmak için kötüye kullanıldığı gerçeği, bir başka deyişle ortaya çıkan kötüye kullanımın ve sonrasındaki bağımlılığın ikincil olduğunun hatırlatılması gerekir. Örneğin Robin Williams’ın ölümünde olduğu gibi…
Ölümün nedenini alkol ya da uyuşturucu gibi ‘kötü tercih’lere bağlamak, bir anlamda depresyonun ve bipolar bozukluğun temel rolünü unutmaya, bu ruhsal hastalıkların hayata getirdiği tehditleri azımsamaya götürebilir. Oysa, ‘dual diagnosis’ (çifte tanı) diye bilinen durumlarda depresyon, anksiyete ve bipolaritenin tedavisinin alkol ve madde sorunlarını da ciddi ölçüde azalttığı gibi intihar davranışı ile sonuçlanabilecek ana sorunu da kontrol altına alabilmekte. Bu konuları Robin Williams’ın intiharı sonrasında twitter’da depresyonun belirleyiciliğini vurguladığımda, ‘uyuşturucu ve alkolün rolünü yok saymak’ ve zaman içerisinde gelişmiş olan nörolojik hastalığın etkisini yeterince değerlendirmemek gibi eleştiriler olmuştu. İntihara ve ruhsal hastalığa bakışı, bilimsel ve klinik verilerden ziyade önyargılar ve korkular belirlediğinde, duruma ruhsal hastalık dışındaki nedenleri yakıştırmak ölümden sonra bile devam eden bir damgalama (ya da kişiyi korumak, damgalatmamak için açıklamaları muğlaklaştırma) ile karşılaşılabileceğini gösterdi.
Williams’ın intiharının bir başka dolaylı sonucu ise, medyada intiharların nasıl ele alınacağı konusuna dikkatimizi bir kez daha çekmesi olmuştu. Basında intiharlara değinilme biçimi yeni intiharları tetikleyebilir miydi ? Başka birisinin intiharına özenip kendi hayatına son verme eğiliminin basın-yayın yoluyla tetiklenmesi ve bir salgına yol açması konusunun geçmişi 19’uncu yüzyıl başında yayımlanan ‘Genç Werther’in Acıları’na uzanıyor. İntiharın mikrobu yok, ama ‘viral’leşmesi mümkün. İntihar fikirlerini eyleme dönüştürmek için bir tür cesaretlendirme rolü oynayacak durumların başka intihar girişimlerini tetiklemesini nasıl önleyebiliriz ? Medyada intiharların ‘görkemli’ ya da ‘yürekli’ eylemler olarak sunulması, intihar eyleminin tüm ayrıntılarının (ölüm biçimi vb) paylaşılması, intihar etmiş kişinin yaşamına değil ölümüne odaklanan yayınların böyle bir rol oynayabileceği öne sürülüyor. İntihar gibi karmaşık ve çapraşık bir süreci medyanın teşvikine ya da özendirmesine indirgemek tartışılabilir; ama bu önlemleri uygulamanın intihar eylemlerini azalttığına ilişkin izlenim ve veriler var. Peki, ‘basın-yayın yoluyla ölüme teşvik’ kavramını düşünce özgürlüğünü kısıtlayıcı gerekçe olarak kullanmak için fırsat kollayanlar bu sakıncalardan harekete geçerek ‘bir kişinin kendi hayatına son vermesi’ hakkında yazılabilecek her türlü metni, çizilebilecek her türlü resmi, söylenecek her sözü ve tartışmayı ‘intiharı teşvik edici’ bulurlar mı ? Etraflıca tartışılması gereken bir husus.
Tanıtmama gerek var mı, bilmiyorum, ama öncü müzik grubu Nirvana’nın kurucusu Kurt Cobain’in 1994’deki intiharı benzer bir ‘sansasyon’ yaratmıştı. Sosyal medyanın olmadığı, dedikodu ya da iftiraların saniyeler değil günler içinde yayıldığı çok değil 30 yıl önceki basın, ruhsal bozukluklar hakkında aktardıkları bilgiler ile Cobain’in ölümünün ardından bir bilinç artışı seferberliği gelişmesine yardımcı olabilmişti.
Depresyon, bipolar bozukluk ve kaygı bozukluğu gibi duygudurumla ilişkili, ya da hiperaktivite-dikkat eksikliği gibi dürtüselliğin olduğu veya şizofreni gibi bazı formları giderek ağırlaşabilen ruhsal bozukluklardan söz ederken intihar riskinden bahsedilmesi intihar davranışlarını arttırmadığı gibi ergen ve gençlerin ruh sağlığına ne kadar titizlenmemiz gerektiğini hatırlattı. Çocukluk ve ergenlik döneminde başlayan ruhsal bozuklukların çoğunun bırakın tedavi edilmesini tanınmasının bile ‘tabu’laştırıldığı koşullarda toplumun uyanıklığından başka bir savunma aracı kalmıyor.
İntiharlar (ABD’de) 15-24 yaş arası ölümlerin (kazalar ve cinayetlerden sonra) üçüncü en sık nedeni olurken (bazı dönemlerde ikinci sıraya çıkabiliyor), 5-14 yaş arası ölüm nedenleri arasında 6. sırada yer almaktadır. Ölümle sonuçlanmayan, ancak ruh sağlığında bozulmaya işaret eden intihar düşüncelerinin ve girişimlerini araştıran çalışmaların sonuçları çarpıcı. Pandemi öncesindeki bir amerikan çalışmasına bakarsak, muhafazakar verileri şöyle görebiliriz: Lise öğrencileri arasında son 1 yıl için ergenlerde intihar düşüncesi (akla getirme gibi) oranı %15.8, intihar planı yapma oranı %12.8 ve intihar girişim oranı %7.8. Bu oranların pandemi sonrasında ciddi biçimde arttığını hatırlatayım. İntihar ile ölümlerdeki değişim yeterince dokümante edilmemiş olsa da, cinsiyet, meslek ya da pandemiyle karşılaşma biçimine bağlı alt gruplar arasında intihar düşünce ve eylemleri arasında farklılıklar var.
Depresyona dönelim. Ruhsal bozukluklardan ve nörobiyolojisinden söz etmeyi ‘ilaç lobilerinin’ bir faaliyeti olarak gören ‘sol-görünümlü’ bakış açıları insan doğasının biyolojik zeminini, genetik etkenleri ve bunlarla çevresel (sadece aile ya da psikososyal etkilerden ibaret olmayan) değişkenler arasındaki etkileşimi gözden kaçırıyor. Ciddi depresyonun ya da bipolar bozukluğun tedavisinde yarar getirerek hayati riskleri azaltacak ilaçların ve dirençli durumlardaki ilaç dışı biyolojik tedavilerin ‘kötü’lenmesi, kendisini ‘ağır’ ya da ‘İlaçlık’ durumda görmek istemeyen (ya da ilaç tedavisi olduğu takdirde ‘ağır’ durumda sayılacağına tersten düşünerek hükmeden) bir çok kişinin kendilerine faydalı olabilecek tedavilerden kaçınmasını doğuruyor. İlaçlarla (ve ilaç dışı nörobiyolojik tedavilerle) psikoterapileri birbirine tercih edilmesi gereken rakipmiş gibi konuşlandıranlar, bu iki ana yöntemin ruh sağlığının korunması ya da düzeltilmesindeki rollerini anlamayanlar istemeden de olsa, özellikle riski yüksek hastaların damgalanmak, dışlanmak korkusuyla kendilerine faydalı olabilecek tedavilerden uzak durmasına sebep olmaktalar. İlaç tedavilerinin etkilerinin sınırlarının ve yan etki profillerinin oldukça ayrıntılı biçimde bilinmesi bu araçlardan nasıl ve ne ölçüde faydalanacağımızı belirliyor. İlaç kullanımını rasgele yapanlar ya da tedavi sırasında yapılan hatalı uygulamalar yöntemi reddetme (ve insanları kendilerine yararlı olabilecek bir yöntemi uygulamaktan korku sebebiyle caydırma) gerekçesi olmamalı.
NIMH (eski) başkanı Thomas Insel’in Williams’ın ardından söylediklerine bakarsak, uzun yıllar boyu verilen bir mücadelenin başarısızlıkla sonuçlanması moral bozucu olabilir. ‘Depresyon ya da başka bir ruhsal bozukluk yaşayanların küçük de olsa bir kısmının tedavileri kullansalar bile istedikleri sağlık düzeyine ulaşamamış olmasından’ tedirgin olabiliriz. Ancak Williams’ın hastalığının başlangıcından ölümüne kadar geçen zamanda ortaya koyduklarını (Can Dostum’dan Ölü Ozanlar Derneği’ne) seyredebilmiş olmamızı da onun bu mücadeleye sonuna kadar asılmış olmasına borçlu değil miyiz ? Mücadelenin sonunda kaybedilmiş olması o zamana değin yaşanmışları anlamsızlaştırmaz. Williams’ın Patch Adams filminde hastanede neşe dağıtan adam rolünde söylediklerini her kelimesiyle benimsiyorum : ‘İşimiz sadece ölümü geciktirmek değil, hayatı yaşanılır kılmak.’