Tüm zamanların en kült filmlerinden biri, 1981 yapımı, ‘Chariots of Fire/Ateş Arabaları’, 1924 Paris Olimpiyatlarına katılan iki İngiliz atletin oyunlardaki sıra dışı gerçek hikayelerini anlatır.
Atletler, kıta Avrupa’da artan antisemitizme karşı önyargıları kırmak adına, yarışmaya büyük engeller sonucunda katılan Yahudi asıllı İngiliz Harold Abrahams ile inançlı bir Katolik olan ve Tanrı’yı onurlandırmak adına yarışlara katılan İskoç asıllı Eric Liddell’dir.
Abrahams tekniğini geliştirmek için profesyonel bir koç tutar ama spor ve akademi çevrelerinde bunun amatörlüğün ruhuna yakışmadığı eleştirilerine uğrar. Abrahams eleştirilere kulağını tıkar zira bunların örtük antisemitizmin yeni bir formu olduğunu düşünür ve yoluna koçuyla devam eder. Paris’teki ilk yarışması 200 metrede başarılı olamayıp madalyaları rakibi ABD’li atletlere kaptırır. Hırs yapar ve son şansı olan 100 metre koşusunda ABD’li ünlü atletleri geride bırakıp birinci olur ve ülkesi İngiltere’ye altın madalya kazandırır.
Diğer atlet Liddell’in oyunlardaki hikayesi çok daha ilginçtir. Aşırı dindar Katolik atlet, en iyi olduğu kategori olan 400 metre engelli yarışına, kendisi için Tanrı’nın günü olan pazar günü yapılması karşısında katılamayacağını bildirir. Tüm ısrarlarına rağmen, Tanrı’yı mahcup edemeyeceğini söyleyerek Kral’ın ricasını bile kırar.
Ülkesine dönmesi beklenirken, 400 metre engelli yarışında gümüş madalya alan takım arkadaşı, 400 metre koşusunda kendisinin yerine yarışmasını teklif eder. Liddell pek başarılı olmadığı bu kategoride yarışmayı kabul eder. Yarışma günü Amerikan takımının koçu ona küçümseyici tavırlarda bulunup oyuncularına onun hiçbir şansı olmadığını söyleyerek Liddell’in moralini de bozar.
Ancak beklenmedik bir gelişme olur. Rakip Amerikan takımından bir oyuncu yarıştan hemen önce Liddell’in eline bir kağıt sokuşturur. Kağıtta, İncil’in Samuel bölümünden, Tanrı’nın konuştuğu kısa bir parça yazılıdır:
“Beni onurlandıranı ben de onurlandıracağım. Beni hor görenler ise hor görülecektir…”
İnançlı Liddell rakibinin bu olağanüstü farklı yaklaşımından ve sözlerin içeriğinden çok etkilenerek yarışmaya başlar ve herkesin şaşkın bakışları altında dünya rekorunu da kırarak ülkesine altın madalyayı kazandırır.
Liddell’e Amerikan rakibinin verdiği unutulmaz destek, aslında olimpiyat ruhunun en yüce karakterinin belki de çok uzun zaman sonra dünyaya tekrar gelişiydi. Bu destek, olimpiyat yarışlarında kazanmak, birinci olmak veya madalya almak kadar, belki de ondan daha da önemlisi, kardeşlik, dostluk, empati ve yardımın öneminin de kanıtıydı. Farklılıkların ve bu alandaki kimi sorunların çözümündeki iyi niyet temelli desteğin dünyayı daha güzel bir yere götüreceğinin unutulmaz tarihi bir karesiydi….
***
100 yıl sonra yine Paris’te yapılan Olimpiyat Oyunlarında benzer kareleri görmek belki tesadüftü ama bu kadar kutuplaşmış, daha da kutuplaştırılmaya çalışılan dünyada böylesi barış, empati, nezaket, dostluk ve saygı içinde bir rekabeti görmek insanlık adına umut vericiydi.
2020 Tokyo Olimpiyatlarına zihinsel sağlık sorunları nedeniyle katılamayan ve bu kez Paris’te artistik jimnastik branşında üç altın ve bir gümüş madalya alan ABD’li sporcu Simone Biles, gümüş kazandığı yarışma sonunda madalya töreninde, diğer kategorilerde aldığı üç altını unutup, bronz madalya alan sporcu ile birlikte, birinci gelen Brezilyalı rakibinin önünde saygı davranışı olarak uzun süre eğilmeleri, unutulmaya yüz tutmuş kadim değerlerimizden, ötekine saygıyı, kardeşliği cümle aleme göstermesi açısından unutulmaz anlara tanıklık edecek bir değere sahip olacaktı.
Sırıkla atlamada büyük bir farkla altın madalya kazanan İsveçli sporcu Armand Duplantis dünya rekoru kıracağı atlamayı yapmadan önce madalya alan arkadaşlarından olan Yunanlı oyuncu elindeki yarayı bantla kapatırken, Amerikalı sporcu ise, Duplantis’in konsantrasyonunun bozulmaması adına seyirciyi sessiz olmaya çağırma görüntüleri hep o özlediğimiz, dostluk ve empati içinde rekabet etme başarısını simgeliyordu tıpkı 1924’teki hikayede olduğu gibi…
100 metre koşusunda altın madalya kazanarak dünyanın en hızlı adamı unvanını kazanan Amerikalı sprinter Noah Lyles ise yarışmadan hemen sonra hayranlarına sosyal medyada şu mesajı yazacaktı: “Astımım, alerjim, disleksim, anksiyetem ve depresyonum var. Ama size şunu söyleyeceğim ki sahip olduklarınız, ne olabileceğinizi tanımlamaz. Siz neden olmayasınız!”
Lyes, mükemmelliğin, her ne pahasına olursa olsun kazanmak olmadığını, bunun, zorluklar içinde olunsa bile performansınızın ve de kişiliğinizin en iyisi olma yolunda bir süreç olduğunu göstermeye çalışmıştı muhtemelen.
Bütün bu sporcular mükemmel olmayı sadece madalya almakta değil, rakibine saygılı olma, empati, dostluk, hatta destek eksenlerinde bulmakta amaçlayan özel sporcular olarak tarihe geçeceklerdi. Yoksa, 800 metre yüzme yarışında kıran kırana geçen müsabakadan sonra Amerikalı ile Avustralyalı kadın yüzücülerin kulvarları atlayarak havuzda birbirlerine sıkı sıkı sarılmaları nasıl açıklanabilirdi ki?
Olimpiyatın unutulmaya yüz tutmuş gerçek ruhunu tekrar ortaya çıkaran bu sporcular olacaktı.
Paris 2024 uzun zamandır özlediğimiz kimi insani duygularımızı tekrar harekete geçirdi. Olimpiyatın mottosu olan “Daha güçlü, daha hızlı ve daha yüksek” sözü bize aynı zamanda insan olarak ‘daha iyi, daha insani ve daha saygılı’ olmamıza da ilham verdi.
Mükemmelliğin manevi tanımını yapan bu sporculara, insanlığın kadim özelliklerini hatırlattıkları için şapka çıkarmak lazım.
***
1924 Paris Olimpiyatlarında Amerikalı atletin rakibine karşı bulunduğu unutulmaz davranış şeklinin, 100 sene sonra bugün de aynı oyunlarda devam etmesi kaos ve savaş içindeki dünya için, geleceğimiz için bir ışık kaynağı olsun.
‘Olsun’ diyorum zira kendi çıkarları için insanlığı bölen liderler ve peşlerine takılan kalabalıkların azgın seslerinden bu umut çığlığı nasıl duyulacak, bilinemez …
Los Angeles 2028’de daha iyi bir dünyada var olma dileğiyle…