Çevre yolunda bir takside yol alıyoruz. Sevgili eşimle birlikte arka koltukta el ele tutuşuyoruz. Şoförün acelesi olmalı ki normalden hızlı sürüyor. Hızlı sürdüğü yetmiyormuş gibi, arada bir telefonuna da bakıyor! Haliyle oldukça tedirginiz. Eşim sık sık kaçamak bakışlar atarak çevredeki araçları gözlüyor. Ses çıkarmıyoruz zira yakın zamanda benzer bir durumda oldukça tatsız bir deneyim yaşadık ve tekrarlanmasını arzulamıyoruz. Tek düşüncemiz bir an önce salimen varacağımız noktaya ulaşmak. Derken sağ taraftan hızla gelen bir motor-kurye önümüze geçiyor. Şoför ani bir refleksle direksiyonu sola kırıyor, bariyerlere dalmamıza ramak kalıyor. Adamın ağza alınmaz küfürleri eşliğinde yola devam ederken eşime bakıyorum, kıs kıs gülüyor.
“Ne gülüyorsun? Az kalsın bariyerlere giriyorduk!” diye çıkışıyorum. “Sana gülüyorum…” diye cevaplıyor yüzüne takındığı alaycı ifadeyle, “Bu yaşına geldin, korktuğun zaman hâlâ annenden medet umuyorsun!”
Kadın haklı, korku anında pek çok insan yavrusu gibi benim de hâlâ ağzımdan “Anne!” sözcüğü yükselir.
Çocukken annemin beni dünyadaki bütün kötülüklerden koruduğuna inanırdım. Büyüyünce de bu inancım pek değişmedi. Ne zaman başım sıkışsa, üstesinden gelmekte zorlandığım bir sorunla karşılaşsam, ilk danıştığım, derdimi açtığım kişi o olurdu. Kendi hayat tecrübesini öne sürerek olaylara iyimser ve yapıcı bakışıyla önerdiği çözümler çoğu kez sorunu daha net görmeme yardımcı olurdu. Çözüm öneremediği zaman moralimi yükseltmeye, beni rahatlatmaya çalışırdı. “Korkma, bu da hallolur, geçer, zamana zaman tanı…” derdi kendinden emin ses tonuyla. Ben de ikna olmuş gibi, “korkmuyorum anne” diyerek aslında onu rahatlatırdım.
Rahatlatırdım çünkü ardı arkası kesilmeyen sorunlarımla onu huzursuz ettiğimin farkındaydım. Annemizin gözünde ben ve kardeşim hiç büyümeyen çocuklardık. Bizden ‘çocuk’ veya ‘çocuklar’ diye söz ederdi. Bir gün dayanadım, “Anne, beni bırak, torun tombalak sahibi olduğum halde anlaşılan senin gözünde hiç büyümeyeceğim… Fakat kardeşim Harvard’da koskoca profesör, adam altmış kusur yaşında, uluorta ondan ‘çocuk’ diye söz etmen yakışı kalmıyor” diye veryansın ettim. Beklediğim azar anında geldi: “Saçmalama, siz ikiniz hep benim küçük çocuklarım kalacaksınız!”
Annemiz, muzdarip olduğu rahatsızlıktan dolayı yıllarca evinden dışarı adım atmamasına karşın, kardeşimi de beni de odasında kurduğu bilgisayar düzeneğiyle yakından takip etti. Çalışmalarımızı, programlarımızı, yazdıklarımızı, çizdiklerimizi günü gününe izler, yorumlarda bulunur, yeri geldiğinde acımasızca eleştirmekten geri durmazdı. Pazartesi sabahları Açık Radyo’da yaptığım ‘Haftanın Karikatürleri’ programını kaçırmazdı. Daha programın kapanış anonsu bitmeden telefona sarılır, kısa bir kutlamadan sonra eleştirilerini sıralardı: “Çok fazla ‘eee…’ diyorsun! (Sayesinde artık ee’leyip ııı’lamıyorum!) Haftanın karikatürü olarak seçtiğiniz karikatüre itirazım var, Ömer Madra’ya ilet! (Bana güvenmedi, bir defasında Madra’ya kendi yazdı!) Hızlı gidiyorsun, dördüncü karikatürü anlayamadık…” Anlayamadık diyerek kendisiyle birlikte zorunlu olarak programı dinleyen, Ukrayna kökenli olduğu halde koyu Putin hayranı bakıcısını kastederdi. Ne zaman Putin’i eleştiren bir karikatür anlatsam ikisi birden itiraz ederdi. Onlara göre tek suçlu vardı: Amerika!
Radyo programları, kardeşimin küresel ekonomi konulu konferansları, çizdiğim güncel siyasi karikatürlerle birlikte annemiz doğal olarak sıcak gündemi yakından izler olmuştu. Son zamanlarda yaşıtlarının tepkisizliğinden yakınır olmuştu. Şayet hareket kabiliyeti olsaydı, eminim ilerlemiş yaşına karşın bir iklim ve barış aktivisti olarak elinde pankart meydanlarda boy gösterebilirdi.
Zaman zaman kendi yaşamından bir takım anıları kaleme alıyor, bazılarını bizimle paylaşıyordu. 2020 yılının Nisan ayında kutlayacağı doksanıncı yaş günü için kendisine bir sürpriz hazırladık; kızımın yardımıyla bazı yazı ve şiirlerini kitaplaştırdık. Ne ki, annemiz bu sürprizi ilk başta hoş karşılasa da, hemen ardından düzeltmelere girişti! Kitabını yeni baştan yazdı ve adını koydu: ‘Nokta yok, virgül var’. Hızını alamadı ikinci bir kitap yazdı: ‘Üç Nokta...’
Bu ikinci kitapta, bu kez müstear olarak benimsediği Karla Kan adıyla paralel bir hayat kurguladı. Karla’nın yaşamını, “rüzgarların estiği, dev dalgaların sahile vurduğu fırtınalı bir okyanus” olarak betimlerken, kendi hayatını “hafif ve esintili engin bir deniz” olarak tasvir etti. Allahtan kitabın sonunu “Tek vazgeçilmez gerçeğim çocuklarım!” diyerek bağladı da kardeşimle birlikte derin bir nefes aldık!
Annemiz bizi terk edeli henüz bir ay dolmadı. Dünyanın gidişatına bakıyorum, ensem kararıyor! Moralini bozmadan açılabileceğim, duygularımı korkularımı paylaşabileceğim birisini arıyorum yakınlarımda… ve işte esas o zaman hissediyorum yokluğunu. Kendisine korkmadığımı söylemeyi çok istiyorum, ama gerçek bambaşka: Korkuyorum Anne!