"Yapmak istediğim, enternasyonalizmle tamamen çelişen bir şeydi: Artık Alman olmanın nasıl bir şey olduğunu incelemek istedim. Bana yanıldığımı ilk söyleyen öğretmenlerim oldu. Bunun anakronik olduğunu söylediler. Savaşı kaybetmiştik ama artık özgürdük ve özgürleşmiştik ve önümüzde harika bir dünyada harika zamanlar vardı. Ama ben farklı bir görüşe sahiptim.” Georg Baselitz
Baselitz adını belki daha önce hiç duymamıştınız. Ben duymamıştım. Ta ki, İstanbul’da sokaklarda posterleri ile Sabancı Müzesi’nde bu hafta açılan “Georg Baselitz Son 10 Yıl” başlıklı sergiden haberdar olana kadar. Kimdi bu Baselitz? Bilmiyordum.
Meğer II. Dünya Savaşının hemen öncesinde Almanya’nın doğusunda yer alan Saksonya’daki Deutschbaselitz köyünde doğan, sonradan Nazi ordusuna katılacak öğretmen bir babanın evladı, savaş sonrası Alman sanatının önemli isimlerinden biriymiş. Hans-Georg Kern olarak 1938’de doğmuş, hayatının ilk yedi yılını ‘yeni bir düzen yaratmayı’ amaçlayan Nazi çizmelerinin altında geçirmiş, ormancılık eğitimi almış, ancak bu işi çok iyi bir şekilde yapabilecekken vazgeçip sanat okumaya ve kendini resim, baskı, heykel üretmeye vermiş bu arada ismini özlem duyduğu çocukluk köyünden alıntılayarak Georg Baselitz’e çevirmiş yaşayan en önemli sanatçılardan biri imiş.
O kadar ki sanatçının son on yılda ürettiği eserleri içeren Sabancı Müzesi’ndeki serginin küratörü Norman Rosenthal Baselitz’i kendi neslinin Picasso’su olarak tanımlıyor. “O da Picasso gibi politik olarak doğru olmayı umursamıyor, daha çok kendi özel, kişisel takıntılarını umursuyor ve onları resim, heykel ve baskılarında muhteşem bir şekilde ifade ediyor” diyor Rosenthal.
Daha müzeden içeri girmeden, bahçede dev üç kadın heykel karşılıyor sizi. Bir anlamda Afrika sanatını çağrıştırıyor. Dev bir ağaç kütüğünden testereyle oyulmuş, kaba bronz bir heykel bu. Bu heykelin kabalığı, doğallığı karşısında nefessiz kalıyorsunuz. Yandaki küçük plakada heykelin isminin yanında ‘patine bronz’ yazıyor. Oysa ağaç kütüğü olduğuna yemin edebilirsiniz. O kadar doğal ve o kaba yapısı ile o kadar etkileyici. Önünde bulunduğu Sabancı Köşkü minicik kalıyor bir anda.
İçeride, 50 yıllık sanat kariyerinin sonunda Baselitz’in imzasına dönüşen tepetaklak insan figürleri karşılıyor sizi. Bu insan figürleri önce renkleri ile içlerine alıyorlar. Sonra boya uygulama teknikleri ile. Figüratif değiller. Büyük kare bedenler, uzatılmış bacaklar, bu bacakların yerinde son dönem çalışmalarında eklenmiş uzun naylon çoraplar, küçük kafalar, ayaklar, topuklu ayakkabılar… Dağınık, parçalanmış, çıplak, karman çorman kaba bedenler… Renkler… Muhteşem bir renk kullanımı var. Sanatçının eserleri ne kadar kaba olarak niteleniyorsa renk kullanımı o kadar estetik. Heykeller dışında tüm resimler tepetaklak.
Baselitz anlaşmazlığın sanatçısı olarak tanınıyor. Eserlerinde işlediği konular Kaba Sanattan ve Psikotik sanattan etkilenmiş bedenler ve cinsel imgeler, kişisel ekspresif figürler... Nazi döneminin Alman tarihini yıkımlar, isyanlar, çobanlar, ağaçlar, veteran subaylar ve hayvanlar üzerinden sunuyor. Bunu yaparken de acıma duygusu yaratmıyor.
Tepetaklak figürler belki kimilerinde düzeltme duygusunu yaratıyor. Düzensizliği düzeltme… Ama sanatçı eserlerini üretirken de tepetaklak üretiyor. Elleri ile boyuyor dev kanvasları, manuel olarak yapıyor baskıları. Tıpkı heykelleri testere ile yonttuğu gibi, her işini kendi yapıyor. Artık yaştan dolayı üstesinden gelemediği son döneme kadar hiç asistanı olmamış. Sergiyi gezerken bu detayları hatırlamak gerek. Düz görmeye alıştığımız bir figüre tepetaklak bakmak hatta onu tepetaklak resmetmek ayrı bir çaba istiyor çünkü. Yavaşlamayı gerektiriyor. Ve dünyaya yeni bir gözle bakmayı. Resim dediğiniz nedir ki? Figürler tabi ama aynı zamanda malzeme. Malzemeyi fark etmek de gerek. Dünyaya da öyle bakmak gerek belki de: Dünya dediğimiz nedir ki? Tarih: anlatılan bir hikaye ve malzeme… İnsan! Belki de düzen sandığımız içine doğduğumuz kaostur çünkü. Belki de yarattığımız yeni insan en güçlü, en estetik, en doğru insan olmayı hedeflerken en yıkılmış, en paramparça, en çürümüş insandır çünkü.
Narin’i düşünüyorum, cinsel istismara uğrayan çocukları, şiddete maruz kalan kadınları, Filistin’i, İsrailli rehineleri, Ukrayna’yı… Yeni insan, özünde insan olduğunu hatırlayacak mı bir gün acaba?
***
Sabancı Müzesi’ndeki sergi adının da ifade ettiği gibi sanatçının son on yılda yaptığı eserleri bizlere sunuyor. Ama Baselitz’i anlamak için çok daha fazlasına ihtiyacımız var. O yüzden sadece sergiyi gezmekle kalmayıp sergi konuşmalarına da zaman ayırmanızı tavsiye etmeliyim. İkisi geçti bile, ilk konuşma küratör Norman Rosenthal ile söyleşi idi. Ben Richard Calvocoressi’yi dinledim. ‘3. Reich’tan Berlin duvarının çöküşüne’ başlıklı konuşmasında sanatçının işlerinin üzerinden bir alman tarihi dersi verdi. Alman tarihi deyip geçmemek gerek. Avrupa’yı ve dünyayı şekillendiren bir dönem çünkü bu. Ocak ayına kadar farklı tarihlerde farklı konuşmalar olacak. 5 Ekim’de gerçekleşecek olanı ben buradan duyurayım: “Baselitz’in doğduğu çöl: Nazizm ve yıkıntıları, konuşmacı Halil Berktay.” Diğerlerini siz takip edin.
Son sözüm özellikle gençlere, öğrencilere… Öncelikle, tarih, sanat, sanat tarihi, felsefe öğrencilerine… Sabancı Müzesi’ndeki bu konuşmalar sizlerle tıklım tıklım olmalı… Ancak farklı uzmanlardan geçmişi dinledikçe bugüne anlam verebiliyor insan. Bugünkü insanı anlıyor. Kırıklarını, yıkıklarını, parçalanmışlıklarını. Ve ancak bugünden geçmişe bakarak bunları gördükten ve anladıktan sonra daha iyi bir gelecek kurmak -belki de- mümkün. Katıldığım konuşmada sizleri göremedik. Neredesiniz?
Meraklısına not:Ana serginin yanı sıra sanatçının gravür çalışmalarından kapsamlı bir seçki eşzamanlı olarak Akbank Sanat’ta ziyaretçiyle buluşuyor. Onu da kaçırmamak gerek.