Distopya

İzel ROZENTAL Köşe Yazısı
25 Eylül 2024 Çarşamba

Geçen ayki yazımda annemin yaşamının son yıllarında kaleme aldığı iki kitaptan söz etmiştim. İlki anılarını kapsıyordu, diğeriyse hayal ürünüydü, kendisine bir paralel hayat kurgulamıştı. Hayatı boyunca yap(a)madıklarını (keşkelerini) hayali karakterine yaşatmış, öykünün sonunda gerçeğiyle hayalini buluşturmuştu.

Doksanlı yaşlarının ortasında ve yaşamı boyunca birkaç şiir dışında hiç öykü yazmamış olan annemizin böylesine zorlu bir yolculuğa çıkmış olması tüm aileyi hayretlere gark etmişti. Vefatından sonra merakımı yenemedim ve -Tanrı beni affetsin- son yıllarda elinden hiç düşürmediği tabletini kurcaladım. Bütün yazılarını tablette sakladığını biliyordum. Ne iyi ki öyle yapmışım! Henüz gün yüzü görmemiş yazılarıyla karşılaştım; meğer valide hanım üçüncü kitabının hazırlığındaymış! Fakat benim için en büyük sürpriz, bu yazılara ilham kaynağı olarak kullandığı özel uygulamayı bulmam oldu.

Son yıllarında hareket kabiliyetini yitiren annemiz, bilgisayar kullanımında uzmanlaşmış, tabletine dünyayı gezmesini sağlayan bazı uygulamalar yüklemişti. Meğer bu uygulamaların biriyle geçmişe yolculuk yapıyormuş! Doksan dört yaşındaki bir kadının onlarca yıl önceki çocukluk anılarını berrak bir şekilde aktarmasının, hiç görmediği yerleri ayrıntılı bir şekilde tasvir etmesinin sırrını nihayet çözmüştüm!

Heyecandan mıdır, şaşkınlıktan mı bilemiyorum, uygulamayı açtığım gibi kendimi 1990 yılına ışınlayıverdim. Niçin 1990? İnanın hiçbir fikrim yok, fakat kendimi 34 yıl öncesinin İstanbul’unda buluverdim. Sirkeci’ydi burası. Rıhtımda birikmiş kalabalık, seyyar satıcıların bağrış çağrışı içinde kendilerini Anadolu yakasına götürecek vapurun iskeleye yanaşmasını bekliyordu. Hemen her şey bugünkü gibiydi, artık yerinde yeller esen ana kavşaktaki yaya üst geçidi dışında.

Karşı kaldırıma geçip o yıllarda işyerimin bulunduğu hana girdim, büyük bir heyecanla üçüncü kata çıktım. Kapıyı açan fakat beni tanımayan emektar sekreterimize İzel Bey’le görüşeceğim dedim ve kadıncağızın ağzını açmasına fırsat tanımadan soldaki odaya daldım. Karşımdaydı işte, ‘genç kendim’ odamda oturuyordu!

Masanın üzerindeki dosya yığınının içinde kaybolmuş benden otuz dört yıl daha genç suretim kafasını kaldırıp bana baktı ve istemsiz bir ses tonuyla “Merhaba?” dedi. Bu ses tonunu bilirim, “hayrola, bu da ne ister acaba?” anlamına gelir.

Deli olmadığıma inandırmak için aramızda geçen diyalogu aktarmaya kalksam bu gazetenin sayfalarına sığmaz. Belki şöyle özetleyebilirim: Kim olduğumu söylemeden önce, sadece kendimin bilebileceği geçmişe dair bazı çok özel ayrıntıları dile getirerek kendimi tanıtınca, ‘genç kendim’ beni susturdu ve masadan kalkarak odanın kapısını kapattı. Sahtekâr olduğuma dair yoğun inancına rağmen, ilgisini yeterince çekmiş olmalıydım ki beni soru yağmuruna tutmaya başladı. Bundan sonra ne olacak? Ekonomi düzelecek mi? İşler nasıl gelişecek? Çocuklar hangi üniversitelerde okuyacak? Fenerbahçe şampiyon olacak mı? Hepsini, her şeyi bilmek istiyordu.

Hafızam hiçbir zaman güçlü değildi. Fakat 1990 - 91 sezonunda Fenerbahçe’nin şampiyon olamadığını, hatta daha ilk maçta Aydınspor’dan altı gol yediği belleğime kazınmıştı. Bunu söyleyince ‘genç kendim’ hemen atıldı: “Geçen haftaydı o maç... Bu hafta sonunda ne olacak?” Fenerbahçe tutkusunun yararını o an gördüm: “Boluspor’la deplasmanda oynayacağız değil mi? Merak etme, maçı 4 - 2 alacağız!” deyiverdim. 6 -1’lik Aydınspor yenilgisi bana o kadar dokunmuş olmalıydı ki, bir sonraki maçı 34 yıl sonra hâlâ hatırlıyordum.

Futbolla başlayıp aile, ekonomi ve iş durumlarıyla gelişen sohbetimiz sonunda dünya olaylarına dayandı. ‘Genç kendim’ gelecekten umutluydu, Sovyetlerin dağılması, Berlin Duvarının yıkılması, geleceğe yönelik iyi işaretlerdi. “Yeni millenniumla birlikte savaşlar sonlanacak, dünya refaha erecek mi?” diye sorma gafletinde bulundu. Ne diyeceğimi bilemedim, nutkum tutuldu! Ona Rusya - Ukrayna Savaşından, şimdilerde Gazze’de, Afganistan’da, Sudan’da yaşananlardan ve hatta Yugoslavya’nın parçalanmasıyla yakında yaşanacak olan Boşnak Soykırımı’ndan söz etmeli miydim? Yirmi birinci yüzyıla dünyamızı yönetmeye kalkan Trump’ları, Putin’leri, Kim Jong-Un’ları, Bolsonaro’ları ve benzeri muktedirleri nasıl anlatırdım ki? İklim krizi gerçeğini nasıl açıklardım?

Hikâyeme karikatürden başladım. “Birkaç ay sonra Şalom Gazetesi için siyasi karikatürler çizmeye başlayacaksın. Konu bulmakta hiç zorlanmayacaksın çünkü konular gelip seni bulacak!” dedim.

Ardından kısaca 1991 Körfez Savaşını, 2001’deki İkiz Kuleler faciasını, Charlie Hebdo saldırısını, Bataclan’ı, İşid’i falan anlatıp 7 Ekim ve sonrasında yaşananlarla öykümü sonlandırdım. Bembeyaz kesilmişti, aval aval yüzüme bakıyordu. Duyduklarına inanamıyordu besbelli. Resmen kendi kendimi şoka sokmuştum! İklim krizini anlatmaktan vazgeçtim, kendimi daha fazla umutsuzluğa terk edemezdim!

Bu anlattıkların… Tıpkı George Orwell’in 1984’ü sanki” derken genç suretimin sesi titriyordu. İşte asıl o anda içinde bulunduğumuz çıkmazın korkunçluğunu kavradım. Meğer biz 2024 yılında bir distopyada yaşıyormuşuz!

Kusura bakma artık gitmem gerek. Annemin tabletinin şarjı her an bitebilir, ömrümün gerisini karanlık bir tabletin içinde geçirmek istemem” dedim. Bunun üzerine “tablet nedir?” diye sormasın mı! Haydi bakalım, şimdi gel de atari-walkman jenerasyonuna yapay zekayı, akıllı telefonları, sosyal medyayı anlat!  “Bu öykü de bir sonraki zaman yolculuğumuza kalsın” diyerek kendimi alelacele distopik günümüze ışınladım.

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün