Evet, sayın okurlar… Bu yazımı, Roma’da, ağustos sonu, Colosseum’daki dövüşleri seyrederken aldığım notlardan derledim.
Malumunuz olduğu üzere sezon bu tarihte başlar ve halk bilhassa ilk mücadeleleri büyük merak ve heyecanla bekler.
Çok önceden şehrin muhtelif duvarlarına başlama tarihi, hangi takımdan hangi dövüşçülerin katılacağı boyalarla yazılmıştır. Daha da ilginci, çarşı pazarda bu ilk gün gösterilerine katılacak seyirciler için özel elbiseler satışa çıkar.
Açılış günü Roma’nın sokaklarını görmeliydiniz. Daha erken saatlerden itibaren taraftar grupları sokaklarda dolaşmaya başladılar. Bazılarının başlarında bir çığırtkan hem takımının sahibi olan kişiyi överken aynı zamanda kendi sporcularının niteliklerini ve geçmiş başarılarını bağıra çağıra millete duyurmaya çalışıyordu.
Bazı toplulukların başında ise 7-8 kişiden oluşan bandolar bile vardı.
Neyse, kalabalıkları yara yara, (inan olun bir sürü ıvır zıvır satıcılar her yeri işgal etmişlerdi bilhassa ‘kervaz’ satıcılarının önünde müthiş kuyruklar vardı) içeri girdik ve yerimize oturduk. Stadın ihtişamını hepiniz biliyorsunuz. Anlatmama lüzum yok.
Bütün tribünler tıklım tıklım dolunca, birden her yönden trompetler gürlemeye başladı. İmparator ve ailesi yerlerini almaktaydılar. “Ave ceasar” sesleri etrafı çınlatıyordu. İmparator her yönü ayrı ayrı selamladıktan sonra yerine geçti.
Kısa bir süre sonra yeniden kıyamet koptu… Muazzam bir bando eşliğinde takımlar sahaya çıkmaya başladı. Sporcular arasında hemen ‘Ares’ lakaplı Afrikalı Enbebbe’yi gördüm. ‘Hermes’ diye bildiğimiz Germen Jurgen onu takip ediyordu.
Ünlü ve Protonius’un sahip olduğu takımdan, Marcellus’unkine geçmeyi kabul edip, ona sadakat yemini edince, büyük bir servet sahibi olan, ‘Leo’ unvanlı Judealı Ariyel gözüme çarptı. Tabiatıyla hepinizin yakından tanıdığı Groningen barbarlarından ‘Ajax’a (yani Cruyff) gösterilen ilgi seyre değerdi.
Onları takiben çeşitli gladyatör okullarına mensup önemli gençler arenaya çıktılar. Bu gençlerin önemli bölümü Romalı idi… Biraz hayret ettim ve yanımdakine sordum. Meğerse bu gençlerin hepsi fakir ailelere aitmiş ve ilerde zengin olmak ümidiyle bu okullara kayıtlarını yaptırmışlar…
Gladyatörlerden sonra yara tedavi uzmanları çıktı. Ardından hakemleri görmeye başladık. Bu hakemler, saha hakemleri, müşahit hakemler ve jüri hakemleri diye ayrı ayrı görevlerdeydiler… Yanımdakilerin konuşmalarından bu insanların toplam değerinin on binlerce aureus’a çıktığını yani en az dört Roma lejyonuna harcanan paraya eşit olduğunu söylediler.
Merak ettim ve sordum: “bu kadar hakeme ne ihtiyaç var?” Cevabı ürkütücüydü. Meğerse gladyatörler üzerine müthiş bahisler oynanırmış. Servetler bile el değiştirebilirmiş. Bu yüzden bazı ünlü dövüşçüler kendi aleyhlerine dahi bahse girebilirler, böylece onlar da kazanca ortak olurlarmış.
Bütün bu kafile arenanın etrafında ve korkunç bir tezahürat altında turladıktan sonra imparatorun önüne geldi ve geleneksel “AVE CEASAR, MORUTARİ TE SALUTANT” selamını verdikten sonra herkes yerini aldı…
Jüri başkanı işaretini verir vermez ve hiç durmayan trompet sesleri altında dövüşler başladı. Savaşçılar önce birbirlerinin zayıf noktalarını öğrenmeye çalışmak için birbirlerine göstermelik hareketlerde bulundular. Anladığım kadarı ile aynı zamanda nefeslerini kontrol etmeye çalışıyorlardı. Kısa bir süre sonra birbirlerine girdiler. Artık kimin hücum ettiği, kimin savunma yaptığı belli değildi.
Aradan beş dakika bir süre geçmemiş idi ki gladyatörler arasından eller kalkmaya başladı. Yardımcılar derhal sahaya girerek kimine su verdi kiminin de hafif yaralarını tedavi etmeye çalıştılar.
Dövüş tekrar başladı. Artık rakipler arasında kimin kazanacağı kimin kaybedeceği belli değildi. Yine trompet sesleri, korkunç tezahürat ve çığlıklar altında olanı biteni izlemeye çalıştım.
Aniden bütün gürültüyü bastıran bir ses duyuldu: “lorani-lorani”. Meğerse saha hakemlerinden biri danışıklı bir dövüş sezmiş ve derhal her iki oyuncuyu sahanın dışına atarak, gerekli cezanın verilmesi için jüriye havale etmiş. Lehte ve tabii ki aleyhte tezahürat arasında bu kişiler arenayı terk ettiler.
Sahada dövüşçüler azalmaya başlıyordu. Öldürücü darbe alıp hayatını kaybeden bir kişiyi derhal Colosseum’un dışına çıkardılar. Meğerse bu sporcu epey varlıklı ve evli barklıymış. Tüm aile dışarda cenazeyi alıp götüreceklerdi.
Başka biri bayılmak üzereydi. Elini kaldırdı, pes ettiğini bildiriyordu. Seyirciler onun iyi dövüştüğü kanaatine vararak onlar da parmaklarını yukarı kaldırdılar; böylece mağlubun hayatta kalması sağlandı.
Biraz sonra hakemler – jürinin de onayını alarak- diğer üç mücadeleyi, tarafların birbirini yenemeyecekleri kanaatine vararak durdurdular.
Son kalan mücadelenin –maalesef diyeceğim- ölümle sonuçlanacağı belli idi. Nitekim son derece yorgun olduğu belli olan bir savaşçı tüm ikazlara rağmen sonuna kadar dövüştü ve yediği bir kılıç darbesiyle hayatını kaybetti.
Artık Colosseum’dan ayrılma zamanı gelmişti. Hayranlık ve hüzün hisleriyle karmaşık bir halet-i ruhiye altında misafir kaldığım eve döndüm…
Notlarım bu kadar.
Hepinize Roma’dan “Shana Tova Umetuka.”