Kendisini bilir misiniz; bilirseniz sever misiniz emin değilim ama Sevan Nişanyan’ın ‘Nişanyan Sözlük’ isimli internet sitesine bakmanızı tavsiye ederim. Türkçe dilinin en kapsamlı etimoloji kaynağıdır. Hem Türkçe’nin ne kadar komplike bir dil olduğunu hem de kelimelerin zaman içinde nasıl anlam kaymasına uğradığını görmek için inanılmaz bir kaynak. Ama doğru okuyorsunuz bu yazı spor sayfasında, hemen konuya giriyorum. ‘Fanatik’ kelimesi Latincedeki ‘fanaticus’ kelimesinden gelir, bu kelimenin anlamı ise ‘tapınağa bağlı’ veya ‘tapınağa hizmet eden’ bir kimseye verilmiş bir sıfattır. Yani fanatik kelimesi adeta bir dine bağlı, kendinin üstünde bir amaca ve güce servis eden birini anlatır. Spor fanatikliği de bu değil midir aslında? Adeta takımlarını kendilerinin üstünde gören, hayatlarını takımlarının etrafında şekillendiren insanlardır fanatikler. Bu arada fanatikler ve taraftarlar arasındaki farkın da altını çizmekte önem var. Coventry Üniversitesinde yapılan sosyolojik bir araştırma bir fanatiği taraftardan ayıran üç özelliği keşfetmiş. Bu özellikler ekstra duygular, ekstra aidiyet ve takım ‘ürünü’nün parçası olmak olarak özetleniyor.
O son özellik en önemlisi.
Nasıl dindar insanlar dinlerini temsil ediyorlarsa, aynı şekilde fanatikler de takımlarını temsil etmeye başlıyorlar. Nasıl şu an Budizm denince aklımıza tapınakta ibadet eden keşişler geliyorsa, Lazio denince de benim aklıma faşist holigan taraftarları geliyor.
Peki, aklınıza Fenerbahçe veya Galatasaray denince ne geliyor? Benim aklıma sadece nefret geliyor. Birbirlerine nefret dolu fanatikler geliyor aklıma. Tabii ki bu ülkemize özel bir durum değil. Milan derbisi olsun, İskoçya’daki Old Firm derbisi olsun birçok derbide benzer nefret dolu fanatikler var. Ülkemizdeki derbinin küçük bir farkı var ama. Tarihte birçok derbi benzer sebeplerden ötürü oluşuyor. Bu sebepler ya Old Firm derbisi gibi takıların farklı ideolojileri temsil etmesi (Protestanlar ve Katolikler) veya Milan derbisinde olduğu gibi bir bölgenin ‘hâkimi’ olmak isteği. Fenerbahçe ile Galatasaray derbisi ise biraz farklı bir kategoride.
‘Doppelganger’ kelimesi Almanca (artık İngilizcede de yaygın) bir insanın kopyası olan bir insanı anlatmak için kullanılır. Freud’a göre insanlar bu tarz kopyalarını ararlar, çünkü bu kopyaya ihtiyaçları vardır. Özellikle kendine güvenleri düşük insanlar kendilerini bu kopyaları ile kıyaslayarak kendilerini iyi hissederler hem de bilinçaltından gelen bir istekten dolayı kopyalarından nefret ederler. Aslında dediğim gibi kendilerini kıyaslamak için bu kopyalara ihtiyaçları vardır. Alex Ferguson bir röportajında “Liverpool’u ne kadar sevmesem de Liverpool olmadan Manchester United, Manchester United olmadan Liverpool olmaz” diyerek bu durumu çok güzel anlatmış. Fenerbahçe ile Galatasaray’da da bence çok benzer bir durum var. Bir takımın yaptığını hemen öbür takım da yapmalı, asla arkasında kalmamalı ve hep bir adım önünde olmalı. Ne yazık ki nefret de bu yapılanlardan biri.
Her gün sosyal medyada bir öncekinden rezil şeyler görüyorum. Karşı takım sanki futbol oynamaya gelmemiş de uluslararası bir terör organizasyonuymuş gibi yazılan tweetleri okumaktan gına geldi. Maçlardan sonra futbol dışında her şeyin konuşulduğu, 7/24 nefret saçan fanatiklerden oluşan camialar oluştu. Peki, neden durum böyle?
Bazı araştırmalara göre bütün ‘üçüncü’ dünya ülkelerinde sporlar normal hayattan bir kaçış mekanizması olduğu için hep çok ciddiye alınıyor. Ciddiyet de beraberinde nefreti getiriyor. Hatta Orwell’de göre sporlar taraftarlığını fazla ciddiye almak beraberinde ‘nefret, kıskançlık, kibir, kuralları aldırmazlık ve şiddete duyulan sadistik şevketi’ doğurur. Orwell’in sözünde en sevdiğim kelime kesinlikle ‘kıskançlık’. Geçen haftaki derbiyi izlerken tabii ki bir Fenerbahçe taraftarı olarak çok mutlu değildim. Ama bir futbol taraftarı olarak özellikle Gabriel Sara’nın golünde ağzım açık kaldı. Gerçekten inanılmaz bir goldü ve adım gibi eminim ki bu maç dünyanın herhangi başka bir ülkesinde oynanıyor olsa spiker bu golü öve öve bitiremezdi. Ama bu maç Türkiye’de oynandı. Spiker “Gool!!” diye bağırdı, gölü yaklaşık on saniye övdü ve maç devam etti. Dakikalar sonra Dzeko’nun penaltısına verdiği tepki de neredeyse tıpatıp aynıydı. Bu objektivite yoksunu spikerliğin aynısını milli müsabakalarda da görüyoruz. Yenen her golün ardından bir sessizlik, atılan en saçma golün bile ardından saatlerce devam eden övgüler. Taraflı savaş propagandası gibi yapılan maç anlatımlarının ardından tabii ki fanatiklerimiz de bu davranışı kendi takımlarını yorumlarken sergiliyor. Ülkede derbi maçlarını yönetmemek için hakemler birbirlerinin arkasına saklanıyor, yorumcular ile sporcular sosyal medya hesaplarını kapatıyorlar. En kötüsü de en başta söylediğim gibi fanatiklerin bu ürünün bir parçası olması. Yani nefret artık bu takımların, bu dinlerin, bu inançların bir parçası oluyor. Objektiflik ve ılımlı yaklaşım takımın gerçek bir takım taraftarı olmamak gibi anlaşılırken, nefret gerçek taraftarlık olmaya başladı. ‘Ürün’ de bu olduğu için yeni nesil aynı nefret ile taraftar olmayı öğreniyor ve direkt bir fanatik olarak taraftarlıklarına başlıyorlar. Aynı siyasette gördüğümüz gibi orta yolun yok olduğu ve ya hep ya hiç polarize yaklaşımların spor taraftarlığını nasıl etkilediğini fark ediyoruz.
Genelde yazılarımı pozitif bitirmeyi seviyorum. Bunu nasıl bitirebileceğimi bilmiyorum. Sanırım en başta dediğim gibi sorunların özü ya bir üçüncü dünya ülkesi olmaktan ya da takım ‘tapınaklarına’ hizmet etmekten geliyor. Yani belki de çözüm ülkeyi bir üçüncü dünya ülkesi olmaktan çıkartmak ya da bir şeylere tapan bir millet olmamaktan geçiyor. Kim bilir belki de bunların biri gerçekleştiğinde öbürü de beraberinde gerçekleşir.