Kısa ömür rahat hayat

Yankı YAZGAN Köşe Yazısı
9 Ekim 2024 Çarşamba

Güvendeyiz duygusuna ihtiyacımız artık o kadar çok ki, bu duyguyu doğuracak yanılsamalara kapılıp gitmeye de hazırız. On yıl önceki bu köşedeki yazıma başlangıç cümlem bugünü henüz bilmediğimden olsa gerek daha kötüsü olmaz düşüncesini taşıyormuş.

Güvendeymişiz gibi hissetme ihtiyacını, ‘kısacık ömrümüzde rahat etmek’ arzusunu azımsamayın; çevremizde ölümlülüğümüzü çağrıştırıcı olaylar (beka ve güvenlik için kırk bin kişinin katledilmesi gibi kitlesel, haddini bildirmek için kadınların başlarının kesilip sokağa fırlatılması gibi bireysel katliamlar, savaş tehditleri ya da önlenebilir kazalarla ölümler) çoğaldıkça durumumuza razı olma eğilimi güçlenir. Sahiden ‘beterin beteri vardır’; gün gelir bugünümüzü de arayabiliriz.

Kan dökücülüğün (daha yumuşak deyimle şiddetin) baskıcılığın bir aracı olduğu besbelli; ancak baskıyı yapan ile şiddeti uygulayan nadiren aynı ‘kişi’. Elimizdekileri kaybetme olasılığı hatırlatıldığında fazladan şiddet uygulamasına gerek de kalmıyor.

Peki, bu eğilimler çoğumuzda ve oldukça güçlü biçimde var olmasına rağmen hayatın akışını değiştirebilmek nasıl mümkün oluyor? Adaletsizliğe, eşitsizliğe, insanların ve diğer canlıların acı çekmesine ve zarar görmesine karşı çıkanlar ne oluyor da kendilerine bir zarar olmadığı halde rahatlarını bozuyorlar? Kimine göre bu bir yaş meselesi, gençken delikanlı aklıyla kalkışılan ‘büyüyünce’ vazgeçilen bir kötü alışkanlık gibi…

Belki de burada ahlaki duruşun hepimizde çok derinde duran evrensel ve evrimsel bir ‘tel’e dokunduğunu söyleyebiliriz. Kültürlerarası-sosyal psikoloji ahlaki gelişime ilişkin çok sayıda hipotez ve teori barındırmakla beraber, fikir ayrılıkları ahlaki ‘dürtü’lerin ve temaların ne olduğundan ziyade nasıl sınıflandırılacağı ve ne zaman, kimlerde ortaya çıktığı üzerinde oluyor. Grup aidiyetinin (bizdensin, ama ne saflıkta, tam mı yarım mı?), hiyerarşinin (kim üstte kim altta kalır, kim çok kim az alır), alma-vermenin (eşit mi, hak mı, az mı fazla mı) nasıl düzenlendiğine ilişkin bir ahlak yapılanması içinde hepimiz kendimize bir yer belliyoruz. Kendinden olmayana toplumsal hiyerarşide yükselme imkânı tanıma (‘beyaz seçmen, siyah başkan’) ve kendinden olmayanı besleyip büyütme (sağlıksız, başka genetik kökenden bir evlat edinme ya da ‘asmayıp besleme’) gibi işler, düşman gördüklerimizle beraber yaşamanın, nefret ettiğimizde sevecek bir şey bulmanın temel dürtülerimize aykırı düştüğünü kabul edelim. Bunu yapabilmek, ‘rahatımızı bozmak’ alkışlanacak bir eylem sayılıyor.

 

Çocukluk ve barış

Bebeğin dünyaya adeta insanlarla ilişki ve bağ kurmak üzere” gelmiş olması erken çocukluk dönemindeki iletişim ve ilişki kurma olanakları sağlanmasının bu ‘görev’i yerine getirmesine olanak verebilir. “Çelişkilerin açıkça ifade edilmesinin serbest olduğu, anlaşmazlıkların ilişkinin bir parçası sayıldığı, karşıdakine maddi ve manevi zarar vermemeye özen göstererek çekişmeye izin verilen ortamları şiddetsiz olarak tanımlayabiliriz.” Ancak anne ve babaların bebekle ve çocukla bu ilişkiyi kurabilecek bir ‘ruh halinde’ olmaları, buna elveren ve zemin sağlayan bir toplumsal ortamda yaşamaları nasıl mümkün olur? Bombalar altında, yıkıntılar arasında hayatta kalma mücadelesi verirken, barışçı bir aile ortamı kurmak mümkün olabilir mi?

Barış, şiddetin görünür görünmez yanlarıyla hayatın bir parçası olduğu bir dünyada birçoğumuzu birleştiren bir hedef ve arayış” ve bir ihtiyaç ise, bu ihtiyacı en çok hisseden ‘çocukların barışı bir anlığına, kısa süreliğine ve belki bir odanın duvarları arasında da olsa sağlayabildikleri tek yer ‘yuva’larıdır.” 2000’lerin başında Afganistan’da yapılan çalışmalar gündelik şiddetin yoğun biçimde hayatın her noktasına sızdığı ortamlarda bile aile içinde barışçılığı destekleyen, aile üyelerinin birbiriyle iyi geçinmesi için gereken iletişim becerilerini veren ‘erken çocukluk’ programlarının yararını kanıtladı. Aileler ‘dış’ dünyadaki felaketlere göz yumarak değil, birbirinin değerini ve önemini hissederek savaşın ev ortamındaki sulh ortamına bulaşmasına bir anlamda engel olabiliyorlar. Bu naif yaklaşım, savaşı ve yeni ölümleri durduramaz, barışçı güçler savaşla beslenenleri alt edene kadar zaman kazandırabilir.

Savaş, yoksulluk ve eşitsizlik gibi yapısal şiddet çeşitleri hayatları tutsak alırken, anne babalara iletişim ya da ilişki geliştirme yöntemlerinden söz etmek ilk bakışta kimilerine ‘naïf’ gelebilir. Oysa yoksulluğun, eşitsizliğin ya da (Afganistan örneğinde olduğu gibi üstüne üstlük) savaşın ebeveynlik üzerindeki etkilerini azaltmak ve dolayısıyla, çocuğun hayatındaki güvenlik hissini arttırmak mümkün”. Yoksulluğun (daha önceki yazılarımda da bahsetmiş olduğum) çocuklardaki ‘bazı nörobiyolojik ve epigenetik farklılaşmaları ve bilişsel, ilişkisel ve fiziksel iyilik üzerinde süregelen olumsuz etkilerini engelleme potansiyeli’ne sahip olan programları uygulayarak barışa giden yolun önündeki bir taşı daha kaldırmak mümkün olabilir.

Barışa giden yolların çeşidini saymak beni aşar; ama belki kabaca iki sınıfa ayırabiliriz; birincisi, hep bilinen ‘yukarıdan aşağıya’, savaşın paralelinde bildiğimiz siyaset ve diplomasi yöntemleriyle olan yol. Genellikle kapalı kapılar ardında, bireylerden ziyade sistem ve kurumların inisiyatifiyle ilerlenen bu yol zaten bolca kullanılıyor; başarı ve etkinlik oranı ortada. Eğer ‘aşağıdan-yukarıya’ da bir yol var ise, erken çocukluk döneminde anne-baba ile çocuk arasındaki ilişkiyi güçlendirerek gelişimi sağlamayı amaçlayan müdahaleler bu yolun araçlarından birisi olacaktır.

Tek tek ya da küçük gruplar halinde bir araya gelinen aileler ile çalışarak barış inşa edilebilir mi? Uzlaşmaya dayanan, değişimi ‘her bir çocuktan, her bir aileden teker teker’ başlatan bu zorlu yol barış inşasını sağlamasa da çocuklara ve anne-babalarına evlerinde, yuvalarında barış sağlayabilir. Hastanelerin okulların üzerine bombaların yağdığı, çocukların öldüğü, sürgün olduğu, ölümlere tanık olduğu ve bir dünyada giderek imkânsız gibi gözüken barış ütopyasını çocuklardan başka geleceğe taşıyacak olan yok; bu paradoksu çözmek de günümüz insanlarının geleceğe borcu.

Barışa giden ‘aşağıdan yukarı’ yol uzun sürecek gibi gözüküyor.  Yeter ki, amaç belli, yol arkadaşları hevesli olsun. Pir Sultan’ın deyişiyle, “Bana yol değil yoldaş gerek” ise, barış isteyen herkesin yolunu kiminle yola çıktığı belirleyecektir.

İyi yetişen, sağlıklı çocuklar sağlam bağlar ve ilişkiler kurabilirler; iyi gelişmiş sosyal becerilere, akıl yürütme ve iletişim kurma kapasitesine sahip olurlar.  Ancak barışçılık daha fazla yetkinlik gerektirir: Empati, başkalarına saygı, adillik ve güvene dayalı ilişkiler. ...Ailede barış içinde büyümek barışçı bireyler olmanın ön şartları olan empatik, saygılı ve hakça davranabilmeye olanak verir. Bu özellikler sadece uyumlu, huzurlu ilişkileri doğurmaz. Barışçı bir mizaca sahip olmak herkes için eşitlik, güvenlik ve iyilik sağlayacak şekilde düşünebilmeyi ve davranabilmeyi de sağlar.”

Leckman, Panter-Brick ve Salah, Pathways to Peace: The Transformative Power of Children and Families (Ernst Strügmann Forum, MIT Press, 2014)             

 

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün