Galiba insan önce kendini bağışlamalı. Olduğu yerde, hayatta durduğu halle kendisi arasında mesafe olduğunda, kırgın, kızgın ve öfkeli oluyor insan. Yaşadıklarını kabul etmediğinde, kendini yaşamını yaratan değil de yaşamın kurbanı olarak gördüğünde kırgın, kızgın ve öfkeli oluyor. Hem yaşamından zevk almıyor hem önüne gelene sataşmaya başlıyor. Olur olmaz şeylere sinirleniyor, sevdiklerini üzüyor. Ona buna kızarken esasen kendine ve hayata kızgın olduğunun farkında bile olmuyor çoğu zaman. Mutsuz ve umutsuz uyanıyor sabaha, mutsuz ve umutsuz yatıyor akşam yatağına. Gün boyu kan ter içinde çabalasa da bir şeyler uğruna mutsuzluk ve umutsuzluk yönlendiriyor davranışlarını, özündeki sevgi sevgisizliğe bürünüyor. Başlıyor yine sinirlenmeye uzunca meşgul çalan telefona, trafikte önünde yavaş seyreden aracın şoförüne. Böyle küçük şeylerle başlıyor sonra bir bakıyorsun ağır kavgalar evde sevdiği eşi ile, işte çalışanları ile… Bireysel öfke toplumsal öfkeye, giderek toplumsal şiddete dönüşüyor…
Kendini bağışlamadıkça stres yükseliyor, sinir yükseliyor, onunla alakalı olsun olmasın önüne gelenle tartışma ve kavgalı olma hali artıyor. Ne zor, ne ağır bir var oluş hali! Hepimiz dönem dönem yargılamış ve o en ağır sevgisizlik cezasına çarptırmışızdır kendimizi. Böyle anlarda hayatımızı cehenneme çeviriyoruz. Ama kimisi bu cezayı ömür boyu sürdürüyor. Ne ağır, ne zor, ne acı bir yaşam sunuyor kendine ve çevresindekilere. Oysa cezamızı bitirmeyi seçtiğimizde, yeni bir nefesle sabaha uyandığımızda, aynadaki yansımamıza “oh şükür” diyerek gülümsediğimizde cezanın sonuna gelmiş, kendimize yüklediğimiz o ağır yükü kalbimizden indirmiş ve kendimizi bir miktar da olsa bağışlamış uyanıyoruz. Kendimize uyanıyoruz. Özümüzdeki sevgi, şefkat ve umut haline uyanıyoruz.
O yüzden önce kendini bağışlamalı insan. Bu hayatta olduğu yere kendi seçimleri ile geldiğini fark ettiğinde, seçimlerinin sorumluluklarını da alıp sonuçlarını kabul ettiğinde hayatının geldiği bu noktasında, mevcut şartlar altında yapabileceğinin zaten en iyisini yaptığını fark ediyor. İşte o an başlıyor bağışlanma. Bir tutam sevgi, bir avuç şefkat sunduğunda kendisine umut tekrar yükseliyor yüreğinde. Daha bir dik yürüyor sokakta, gülümsüyor rastladıklarına, daha bir sıkı sarılıyor sevdiğine. Kendini bağışladığında insan hayatın tam da olması gerektiği gibi aktığını görüyor. Orada suç da yok, ceza da yok, dolayısıyla bağışlanmaya neden de yok. Orada hayat tam da olması gerektiği gibi akıyor, bizler de o hayatta tam da olması gerektiği gibi akıyoruz. Kırgınlık, kızgınlık ve öfke umut, sevgi ve şefkate dönüşüyor. Varlığı ile rahat, huzurlu, mutlu bir enerji yayıyor insan.
Yahudi öğretisi takvimimizdeki yılbaşı Roş Aşana ile büyük oruç Kipur arasındaki dönemde yıl boyunca birlikte yürüdüğümüz, beraber çalıştığımız, yolda karşılaştığımız ya da sadece denk geldiğimiz herkesten onları bilerek ya da bilmeden kırmış olabileceğimiz düşüncesiyle samimiyetle af dilememizi bekler bizden. Tanrısal bağışlanma ancak kardeşlerimiz arasındaki bağışlanmadan sonra mümkündür. Daha doğrusu Tanrı’ya karşı işlenmiş hataların bağışlanması Tanrı’nın insafındadır ama insana karşı yapılan hataların bağışlanması o insanlardan gelecektir. Küçük bir an için bir araya geldiği insanların bile bağışlaması iyi bir yıl için bunca önemliyse, bir ömür geçirdiği kendini bağışlamanın gücünü varın siz hesaplayın.
Gmar Hatima tova. İyi yazılarınız olsun.