Bugünlerde hep birlikte bir Türk Ermeni kökenli akademisyenin Nobel Ekonomi Ödülü almasına şahit oluyoruz. Acemoğlu, bazı ülkelerin daha zengin oluşunu salt kültür, iklim, din ve basiretli liderler üzerinden açıklayan teorileri eleştiriyor. Kendi savına göre, esasen dikkate alınması gereken unsur ulusların ‘kurumsallaşma’ şekli. Verdiği örneklerle, kurumların yağmalayıcı ve sömürücü değil kapsayıcı olmaları gerektiğine vurgu yapıyor. ‘Why Nations Fail/ Ulusların Düşüşü’ adlı çalışmayı okuyanların genel eleştirisine baktım: Savını destekleyecek örnekleri cımbızla çektiğini düşünenler var. Batı insanının duymak istediklerini onlara akademik düzeyde anlatıp basit bir doğrusal ilişki kurarken dışladığı örneklerin analizi bilimsel olmaktan uzaklaştırdığını düşünenler de var.
Akademik eksiklikler umurumda değil, ben savın içerisindeki gerçeği kapsayan kendi gözlemlerimi yazacağım.
Kurumsallaşma, bireyin özgürce üretmesini destekler. Birey şöyle cümlelerle düşünür: Herkes sıra bekliyorsa sıra makul zamanda bana da gelecektir. Ben dava açarsam, haklı olduğum durumda kazanacağım.
Yani, kendisine uygulanan kısıtlama herkese yapılıyorsa hiçbir hınçlanma olmaz. Sistemi bozan, bürokratik engelleri aşıp sıraya kaynak yapıp işi görülen insanlar olması herkesi sistemi suistimal etmeye yönlendirir. Örnek vermek istiyorum. Konsere giriş sırası bekleyen insanların yaptığı sıra bir veya iki kişinin araya kaynaması ile bozulmaz, daha doğrusu bozulamaz. Halbuki sayının kontrolsüzlük nedeniyle fazlalaşması, sabırla sırasını bekleyen insanları da aynı kontrolsüzlükten faydalanmaya sevk eder ve kalabalık birbirinin üzerine yığılır. Kaos ortamı olur. Doğal olarak iyi kurumsallaşma, sadece kuralların konulduğu değil, aynı zamanda korunduğu sistemlere denilebilir. Bürokrasinin ismen var olduğu ancak uygulamada kayırıcılığa prim verdiği modeller, adaletsizlik hissi yaratır, kurumların tarafsızlık ve güvenilirlik ilkelerini sorgulatır.
Mekanik tarafsızlığını yürütemeyen işlevsiz bürokrasilerde kurum yetkilisi de bir süre sonra sistemin parçası olur. Ben burada ne yapıyorum, herkes kişisel fayda peşinde, bari kendi faydam için gelen tekliflere sıcak bakayım demeye başlar.
Kayırmacılık, hukuk tarafından caydırıcı değilse her tür eylemde girişimciliği köstekler. Buradaki tezim şu:
Sürü davranışının dışında hareket eden birey, kendini akıllı zannetmekte ve diğer bütün bireylerin oluşturduğu sakin sistemsel ahenkten faydalanmakta.
Bu durumda sağladığı katma değeri de bir marifet gibi kendi hanesine yazmakta ve başı belaya girmeyeceği durumlarda bununla gayet açık şekilde böbürlenmekte. O tür bireyci bakış açısı, kişinin bu faydaları benim sayemde meydana gelen huzur ortamını kullanarak elde ettiğini unutmasına neden oluyor.
Bir toplumda, çoğunluğun bir faydayı elde etmek için kurallar dışında davranması artık o suistimal edilen ahengin yok olmasına sebep olur. Aklıma ilk gelen masum örnek aşı karşıtlığı: Diyelim ki ben bedenimi aşının yan etkilerinden arındırmak istiyorum. Benim aşısız ama sağlıklı bir şekilde hayatımı sürdürebilmem, diğer herkesin aşılı olması ile sağlanıyor. Ve ben bununla açık açık gurur duyuyorum. Ancak çoğunluk sistemin ahengini bozan tavır içine girerse, artık sırtımızı dayayacak bir güvence kalmaz…
Sürünün dışında davranıp yine de sürünün ahenginden fayda sağlamak ve bunu bir marifet gibi dile getirmek, hukuk tarafından desteklenmeyen kurumsallaşmanın acı bir sonucudur. Bu yüzden kurumlar, dinamik olmak kendini yeniliğe adapte olmak zorundadır.
Benim sırtımdan fayda sağlayan insan bunu yaparken risk aldığını bilmeli…