Sabah. Kışa doğru… Soğuk ve yağmurlu. Yağmur bulutları kara bir çatı gibi örtmüş üstümüzü. İleride, doğuda, güneşin sabahı selamlayacağı yerde, bir açıklık. Yer karanlık, gök karanlık. Tam ikisinin arasında kısacık bir an, nar gibi kırmızı, gösterdi güneş kendini biz dünyalılara. Bir an hafiften kızardı gök, aydınlandı gün. Derken karanlık şehrin bej tozlarının filtresinden süzülen bir gride buldu kendini…
Yağmurlu ve soğuk bir sabah. Kuşlar dahi yuvalarının sıcağına çekilmiş, ötmüyorlar bu sabah.
Sen ne kadar katılırsan güne, gün de o kadar katılır sana… Peki, biz bugün ne kadar katılmak istiyoruz güne?
Bazen dolu dolu yaşıyor insan, bazen evinin kuytusunda kimseciklerle konuşmadan. Biraz kahve, bir caz tınısı, bir de kitap… Bazen da sokaklara atıyor kendini. İstanbul sergi dolu. Bir taraftan üzerinde çok konuşulan filmler... Mubi’de modern korku filmi olarak tanımlanan ‘The Substance/Cevher’. Güzellik endüstrisinin gücüyle iyice ayyuka çıkan yaşlanma korkusunu bangır bangır bağıran bir film. Tüm aşırı abartılı çekimlere rağmen telefondaki ses ‘denge!’ diyor, “dengeyi bulursan her şey iyi olacak”. Bozduğunu düzeltemezsin, geri gidemezsin ama dengeyi bulursan bundan kötüsü olmaz. Müthiş çekimler, harika oyunculuk. Bir yanı ile çok hafif, çok sıradan bir konuyu kimine göre çok zor izlenir hale getiren yoğun bir film.
Sinemada ödüllü bir film... Yandaki Oda. Bir Almodavar filmi. Venedik’te Altın Aslan’ı kapmış bir film. Ölümden ölümüne korkan bir kadının gençlik arkadaşının son günlerine, son yolculuğuna eşlik edişi üzerine. Duygular sel. Müthiş oyunculuk, yine muhteşem sahneler.
Ya da. Ya da daha neşeli bir sabah için… Belki müzede bir sabah. Sevgili İzzet Keribar’ın İstanbul Modern’de bu hafta açılan sergisi ‘Renklerin Yolculuğu’ siyah beyaz İstanbul’dan rengârenk bir dünyaya taşıyor insanı. Avrupa, Amerika ve Asya’da, oradan da yarı soyutlara gün doğumlarında ve gün batımlarında tezadı, renkleri, grafik olanı, doğayı ya da insan yapımı olanı, sıklıkla da insanın izinde değişen sokak yaşamını vizörüne alan, eskiden nasıl olduğumuzu hatırlatan ve dünyayı anlamaya çalışan bir yolculuğa çıkarıyor. Oradayken ve henüz gitmediyseniz, Olafur Eliasson’un ‘Senin Beklenmedik Karşılaşman’ sergisi… İklim krizine, eriyen buzullara ve dünyaya şehir hayatımızda belki de şimdiye kadar hiç bakmadığımız gibi bir bakış. Kendi üzerinden bir bakış. Müzede keyifli bir yemek ve ardından Tophane-i Amire’de Sebastiao Salgado’nun hayatı ve Genesis sergisi… Siyah Beyaz bir dünya. Kimine bana olduğu gibi “oradaydım, gözümle gördüğüm muhteşemliği elimdeki telefondan takipçilerime aktarmayı başaramamıştım. Doğanın o ihtişamını Salgado o kadar güzel yansıtıyor ki, bir anda orda buldum kendimi” dedirten bir sergi. Sanki yine binlerce kilometre ötede Madagaskar’da Taş Orman Tsingy’deyim. Derken, Salgado’nun Brezilya’da insanın yok ettiği doğayı yeniden yaratabilme çabasını izliyorum. Kuruyan, erozyona yenilen toprakların yeniden yeşerebilmesi, yeniden koca bir amazon ormanına dönüşmesi, evet büyük emek ve büyük çaba istiyor. Ama evet tekrar yeşerebiliyor, hayat kurak topraklara geri gelebiliyor.
Ölüme çare yok belki… Ama yeniden, yeni bir hayat yeşerebiliyor. Telefondaki ses ‘denge’ diyor, “bozulanı düzeltemezsin, ama dengeyi bulursan, birbirinden çalmazsan her şey iyi olacak”.
Birbirinden çalmazsan, birbirinin hakkını çalmazsan her şey yoluna girecek. Çünkü ikiniz ayrı değilsiniz. Aynısınız. Aynı kişi. Aynı bütün. Aynı insan. Hele bir de fazlasını verirsen, aldığından çok vermeye bakarsan, toprağı besler, hayatı kutlar ve kutsarsan… Belki de daha iyi bir denge yaratman mümkün olur. Yeniden yeşerir toprak, yeniden dallanır budaklanır hayat, yeniden cıvıldar kuşlar… Ve sen ne kadar katılırsan hayata, hayat da o kadar katılır sana. Bazen bir sabah kahvesinde, bazen bir sergi gezmesinde, bazen bir yağmur bulutunda.