Öjeni kavramı, eski dönemlerden itibaren izlerine rastlanan ancak 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başında bilimsel bir hareket olarak ortaya çıkan bir düşüncedir. Temelinde ‘istenilen’ özellikleri seçici olarak teşvik etme, ‘istenmeyen’ özellikleri ise azaltma veya yok etme fikri yatan bu akım, dünya genelinde birçok trajik ve yıkıcı politikaya yol açmıştı. Özellikle Nazi Almanyası’nda Holokost’a kadar varan uygulamaların yolunu açmıştı.
Öjeninin kökeni Antik Yunan’a kadar uzanır. Ünlü filozoflardan Platon, sağlıklı bir toplum oluşturmanın önemini vurgulayarak, devletin sağlıklı bireylerin üremesini teşvik etmesi gerektiğini öne sürmüştü. Bu düşünceler, bugünkü anlamıyla öjeni olmasa da, seçici üreme üzerine yapılan tartışmaların felsefi temelini atmıştı.
Sparta gibi diğer Yunan uygarlıklarında ise devlet eliyle uygulanan bir tür öjeni pratik edilmiş, zayıf veya hasta yenidoğanlar doğrudan doğaya terk edilmişti. Savaşçı sınıfın güçlü ve dayanıklı bireylerden oluşmasını sağlamak amacıyla yürütülen bu “güçlülerin hayatta kalması” yöntemi, seçici üremenin ilkel bir versiyonu olarak değerlendirilebilir.
19. yüzyılda öjeni hareketi, büyük ölçüde Charles Darwin’in Evrim Teorisinin etkisiyle ortaya çıkmıştı. Darwin’in doğal seçilim teorisi, türlerin çevrelerine uyum sağlamak için en uygun özellikleri koruduğunu ileri sürer. Ancak Darwin’in kuzeni Sir Francis Galton, bu fikirleri farklı bir yöne çekmiştir. 1883 yılında ‘öjeni’ terimini ortaya atan Galton, bu doğal seçilim sürecini insan müdahalesiyle hızlandırmayı amaçlamıştı. İnsanların seçici üreme yoluyla ‘üstün’ bir toplum oluşturabileceğini savunan Galton, dönemin aydınları ve siyasetçileri arasında hızla destek bulmuştu.
Galton’un çalışmaları Darwinci ilkelerin yanlış anlaşılmasına dayanıyordu. Darwin, ‘uygunluk’ kavramını fiziksel üstünlükten ziyade adaptasyon olarak tanımlarken, Galton üstün insan ırkı fikrine odaklanmıştı. Darwin, Galton’un bu vizyonuna karşı çıkarak böyle bir müdahalenin etik ve toplumsal riskleri konusunda uyarıda bulunmuştu.
Öjenik politikaları geniş ölçekte benimseyen ilk ülkelerden biri Amerika Birleşik Devletleri olmuştu. 19. yüzyıl sonları ve 20. yüzyıl başlarında, çeşitli eyaletlerde ‘istenmeyen’ özelliklere sahip bireylerin üremesini engellemeye yönelik yasalar çıkarılmıştı. 1896 yılında Connecticut, epilepsi ve zihinsel engellilere evlenme yasağı getiren ilk eyalet olmuştu. 1903 yılında ise Öjeni Kayıt Ofisi kurulmuş ve insan üremesini kontrol altına almayı savunan politikaların desteklenmesi için aile verileri toplanmaya başlanmıştı.
1907 yılında Indiana, Amerika Birleşik Devletleri’nde zorunlu kısırlaştırma yasasını kabul eden ilk eyalet olmuştu ve sonraki birkaç on yıl boyunca 30’dan fazla eyalet benzer yasalar çıkarmıştı. Bu yasalar kapsamında binlerce insan, ‘uygunsuz’ olarak kabul edilerek genellikle bilgileri ve rızaları olmadan kısırlaştırılmıştı. Bu uygulamalardan en çok etkilenenler azınlık grupları, yoksul aileler ve göçmenler olmuştu; öjenikçiler bu grupları Amerikan gen havuzunun ‘kalitesini’ düşüren unsurlar olarak görmüştü.
Amerikan öjeni tarihindeki en tartışmalı davalardan biri Buck v. Bell (1927) davasıdır. Yargıç Oliver Wendell Holmes Jr., zorunlu kısırlaştırmayı anayasal olarak onaylayarak “Üç nesil embesil yeterlidir” ifadesiyle bu uygulamayı savunmuştu. Bu karar, on binlerce Amerikalının kısırlaştırılmasına yasal zemin hazırlamıştı.
Amerika Birleşik Devletleri’nin öjeni politikaları, Almanya’daki Nazi Partisi’ni de etkilemişti. Adolf Hitler, Mein Kampf adlı utanç kitabında Amerikan öjeni uygulamalarını ve özellikle ırksal saflık odaklarını övmüştü. Nazi Almanyası’nın ırk politikaları, Aryan ırkını saflaştırmayı ve güçlendirmeyi amaçlayarak, biyolojik olarak ‘aşağı’ kabul edilen grupları yok etmeye yönelmişti. 1933 yılında iktidara geldikten hemen sonra aslında gerçek hastalıklı olan kendi zihniyetleriyken Naziler, Kalıtsal Hastalıklı Soyların Önlenmesi Yasası’nı kabul ederek zihinsel hastalıklar veya engellilik durumlarına sahip bireylerin kısırlaştırılmasını yasal hale getirmişti.
Ancak Naziler, öjeni fikrini kısırlaştırmanın ötesine taşıyarak, belirli grupların tamamen ortadan kaldırılmasına yönelmişti. 1939’da başlatılan T4 Programı, engelli ve zihinsel hastalıklı bireylerin sistematik olarak öldürülmesini içermişti. Bu program, Holokost’un bir öncüsü olarak değerlendirilir ve Nazilerin ‘ırksal olarak saf’ bir toplum vizyonunun bir parçasıdır.
Öjeni hareketi, yalnızca Amerika Birleşik Devletleri ve Nazi Almanyası ile sınırlı kalmamış, dünya genelinde birçok ülkede uygulanmıştı. İsveç, Kanada, Japonya ve Latin Amerika’daki bazı ülkelerde de kısırlaştırma programları yürütülmüştü. Örneğin İsveç, 1930’lardan 1970’lere kadar 60 binden fazla kişiyi ‘uygunsuz’ kabul ederek kısırlaştırmıştı.
Öjeni hareketi, II. Dünya Savaşı’ndan sonra büyük ölçüde gücünü kaybetmiş olsa da, insan ıslahı fikri özellikle genetik mühendislik ve biyoteknolojideki gelişmelerle günümüzde hala tartışılmaktadır. CRISPR ve embriyo öncesi genetik tanı gibi teknolojiler, kalıtsal hastalıkları ortadan kaldırma potansiyeline sahip olsa da, bu tür teknolojilerin gelecekte genetik seçilim amacıyla kullanılabileceğine dair etik kaygılar gündeme gelmektedir.
Bilimsel ilerlemeler genellikle etik ikilemler doğurur ve öjeni, bilimin kötüye kullanılmasının en çarpıcı örneklerinden biridir. Öjeni adı altında işlenen vahşetler, hayatı manipüle etme gücüne sahip olmamızın, bunu yapmamız gerektiği anlamına gelmediğini gösterir. Genetik mükemmeliyet arayışı, insan hakları ve insanlık onuruna değer verilmediğinde büyük acı ve adaletsizliklere yol açabilir.
Genetik mühendislik çağında ilerlerken, öjeni tarihinin dersleri bizlere dikkatli davranmamız gerektiğini hatırlatır. Bilim, güçlü bir araç olmakla birlikte, etik ve merhametle dengelenmelidir. Öjeninin hayaletleri bizlere, bilimsel olarak mümkün olanı değil, ahlaken doğru olanı gözetmemiz gerektiğini hatırlatır. Geçmişin karanlık hatıraları, “daha iyi” bir insanlık arayışının baskı ve yıkımla sonuçlanabileceğini acı bir şekilde gözler önüne sermektedir.