Şehrimizde kentsel dönüşüm projesi, özellikle 1999 Gölcük depremi sonrası ivme kazandı.
Afet riski altındaki alanların dönüştürülmesi yasası (2012) ile zemini sağlam olmayan veya deprem sırasında çevreye zarar verebilecek hasarlı binaların yıkılma kararı alındı. Belediyeler ve Çevre/Şehircilik Bakanlığı iş birliğiyle gerçekleşen çalışmalar, hayatımıza yeni bir sözcük getirdi: karot. Karot yukarı, karotaj aşağı, “Belediye örnek alırsa yıkım hemen başlar”; “Özel şirket yaparsa vakit kazanırız” tartışmalarının yanı sıra, “Bizim apartman kaya gibi sağlamdır; karıştırmayın ortalığı” cümleleri birbirine dolandı. ‘Karot’ sözcüğü artık başlangıçtaki kadar sık kullanılmıyorsa da, zeminden ve binadan alınan numunelerin incelenerek betonun kalitesi, basınç değeri ve dolayısıyla yapının dayanıklılığının ölçülmesidir.
↔↔↔
Kentsel dönüşüm başta gerçek amacına ulaştıysa da son zamanlarda, eskiyi yenileme; ‘yenilersek dairenin değeri artar’ düşüncesiyle, çokça da mülk sahipleri ile inşaat sektörü arasındaki ranta dönüştü.
Her hâlükârda yıkım kararı alınmasıyla kat malikleri için yeni bir süreç başlıyordu. İnşaat bitimine kadar nerede yaşayacaklardı? Kimi kiraya çıktı, kimi yazlık yörelere taşındı…
En çok da evler boşaltılırken zorlanıldı. “40 yıldır aynı evde yaşıyorum. Nereden başlamalı?” sorusu tek yanıtı olan, üç denklemli problem gibiydi; atamadıklarım, kıyamadıklarım, veremediklerim…
Bu konuşmalar, kentsel dönüşümle ilgisi olmayan yaşıtlarımı harekete geçirdi. Büfelerden, dolaplardan başlayarak evleri hafifletmeliydik.
Böyle zamanlarda bir süre Home Art dergisine yazılar yazan Mimar Emre Özgüder’in cümlesi aklıma gelir: “Nesnelerle gereğinden fazla ilişki kurmayın. Onlara akraba muamelesi yapmayın, bağlanmayın…” Eşyalardan kurtulmak zor gelmiyorsa da, çekmece içlerini boşaltmak yaşamın bir parçasını yok etmek gibi. Altı aydır bütün iyi niyetimle mantığımın hislerime galip gelmesini dileyerek ‘ayırma-ayıklama’ sürecindeyim. Mehter Marşı gibi ilerliyorum. Öncelikle evrak, belge niteliği taşıyabilecek en küçük kâğıdı bile sakladım. Fotoğraf albümlerine kesinlikle dokunmuyorum. Uykum kaçtığında pelür kâğıtlarının arasında dolaşmak huzur veriyor. Hatta anneannemin evinden topladığım sepya, tanımadığım ama hepsi birbirine benzeyen teyze ve amca resimleri de kıymetlilerim arasında. Çocukların ilkokul karnelerinden birer örnek saklayıp diğerlerini yok ettim.
Mizacıma ters düşse de, tereddüt etmeden attığım, bir zamanların en değerli iletişim aracı, ‘mektuplar’ oldu. Nedenine gelince, iki kişinin özeli sayılan yazışmaların üçüncü bir tanığa ihtiyaçları olmadığına inanmamdır. Onlardan bir roman çıkar mıydı; çıkardı. Yine de sadakat benim için daha önemli.
↔↔↔
Bir dönemin sevimsiz düğün hediyeleri olan kristal vazolar, şekerlik, küllükler helalinden kermeslere gitti. Yine aynı dönemden süregelen, hastalık/hastane için köşede bekletilen ‘namuslu’ gecelik/sabahlık takımlarını artık kullanmaya başladım. Zaten günümüzde hastaneler, sterilite gereği önü kapalı, arkası hiç de ‘namuslu’ olmayan önlükler giydiriyor.
Masa örtüleri için kararsızım. Her biri zarif çeyiz örtüleri bana bakıyor. Artık nadiren 18 kişilik misafir çağırıyorum. Ayrıca o örtüleri ütüleyecek kolacılar da giderek azalıyor. Leke tutmayan polyester benzeri örtülerden de hazzetmiyorum. Ancak yanlarına şık Meral marka peçete koyarsam, görüntü düzeliyor… Ayırıp dağıtayım derken anneannemin yeni kolalanmış gibi duran, kurduğu çay sofralarındaki hiç unutamadığım kare örtüler karşıma çıkıyor. Onlardan da ayrılamıyorum!
Arkadaşlar muhtemelen haklı olarak, “Bizden sonra hepsini atacaklar…” diyorlar. Artık o kadarını da ben düşünmeyeyim.
Bir evde eşya ve nesne hafifletmenin tek yolu, düz ayak, yokuşsuz, daha küçük bir yere taşınmak diye düşünüyorum.
Sağlıkla kalın.