Yerli filmleri severim. Yeşilçam’ın o şahane klasiklerini… Türk sinemasının Dört Yapraklı Yoncasının bütün filmlerini… Tarık Akan’ı, Cüneyt Arkın’ı, Kadir İnanır’ı, Ediz Hun’u, Kartal Tibet’i… Hepsini…
Hiçbir zaman yerli dizi kadını olamadım ama. Diziler; bitmek bilmez hali ve ayrıntılarla izleyeni boğan tarafıyla beni hep çok ama çok yordu. Şimdi de yoruyor. Ama tuhaf bir biçimde birkaç dizi var ki bu düşünceme rağmen izlemeden yapamıyorum bu sene. Anladım ki beni dizilerde kendine bağlayan, sadece ve sadece senaryolarına yazarı tarafından özellikle eklenmiş, herkes tarafından fark edilmeyecek, farklı ve anlamı derinlerde saklı bazı cümleler… Birkaç cümle için iki saat oturuyorum ekranın başında… Kızıl Goncalar mesela… Taraf olayım diyorum, yapamıyorum; olmayayım diyorum, hiç yapamıyorum. Beni kendi içimde kocaman bir çelişkiyle baş başa bırakıyor. Hiçbir mevzuya bu kadar her tarafından bakabilen bir senaryo yoktur, diye her izlediğimde tekrar tekrar düşünmeden edemiyorum. Bir başarı öyküsü, bir toplum kritiği bana göre… Bir diğeri de İnci Taneleri… Şundan eminim ki bir yazarın içinde az da olsa şairlik varsa yazmak istedikleri, başka türlü akıyor kağıt üzerinde. Düz olmuyor cümleleri… Her biri, adeta bir dize niteliği taşıyor. O tatta oluyor. Bu dizide de kalemin başında Yılmaz Erdoğan var. Bu sebeple kahramanlarını konuşturmak niyetiyle yazdığında; lafı, söze taşıma amacına girdiğinde, başka bir yere geliyor senaryodaki yazı dili… Şiir dili oluyor.
Başarılı oyunculuklara, görsel şölenlere rağmen aslında peşinde olduğum; Erdoğan’ın o aralara sıkışıp beni saatlerce düşündürecek nitelikteki cümleleri… Son bölümlerden birinde bir yazar olarak yazdığı romanın bazı bölümlerini bir yayınevi sahibiyle konuştuğu bir sahnede şöyle konuşturdu kahramanını: “Edebiyat, tuhaflığı sever.” Kaçırmamak için hemen bir kenara yazdım bu cümleyi… O geceden beri de düşünüyorum.
En şahane romanlar, öyküler, şiirler hatta özlü sözler bile tuhaf durumların sonunda ortaya çıkmıyor muydu? En sırada mevzular, yaşanan acayip bir durumla en olmayacak yerlere evrilmiyor muydu? Mucizelerin tamamı bu tür yazınlarda olmak için değil miydi? İmkansızı başarmak; izleyeni, okuyanı şaşırmak, ters köşe yapmak; arada verilen bir ipucuyla olayı belki sayfalar belki seneler sonra tanıdık ve beklenen bir sonla tamamlamak değil miydi yazarların kalemini büyülü yapan?
Hep duyduğumuz ama belki de sebep olmadığı için üzerinde hiç düşünmediğimiz, hiç yoktan iyidir, sözünü o kadar güzel, o kadar doğru ve öylesine tam da amacına hizmet edecek şekilde anlattı ki bize bir bölümde; seneler sonra bu cümle üzerinde de etraflıca düşündüm.
Cümle: Hiç yoktan iyidir; değildi zaten… Cümlenin aslı şuydu: Hiç, yok’tan iyidir. Yok olan şey varlığı bitmiş olandır. Hiç ise zaten olmayandır. Yok’ ta yenilgi ve umutsuzluk, saklı bir kayıp vardır. Hiç’te ise var olabilmenin gizli ümidi saklıdır. Bir şeyin hiç olması, hep olmasına denktir aslında. İnsanın nasıl ve nereden baktığına göre değişir. Biraz tasavvufi bir tılsım vardır bu ifadede.
Günlük bir olayı, kocaman bir felsefeyle birleştirmek; herkesin harcı değil bana göre… Yılmaz Erdoğan, senaryosundaki edebiyat öğretmeni kimliğini konuşturarak izleyiciyi hem dizinin konusunun içinde tutuyor hem de onun, konuştuğu dil üzerinde düşünmesini sağlıyor. Hem toplum için sanat hem sanat için sanat yapmak bu… Kim, nereden isterse oradan tutunabilir dizinin metninin satırlarına.
Çok değerli buluyorum bu tür akılları ve gönülleri… İstiyorum ki eğlenmek, hoşça vakit geçirmek ve bir merakın peşinden gitmekten çok öte olsun dizilerin izleyicilere kattıkları…
Bu sebeple de tekrar izle durumundan faydalanarak, reklamları atlaya zıplaya, izliyorum böyle dizileri. Hayatta izlemem, sen nasıl oluyor da bu kadar uzun dizileri büyük bir sabırla izlemeyi seçiyorsun diyenlere de hep şunu söylüyorum: Ben diziyi izlemiyorum galiba; ben, yazarın sanki yalnız kendi için yazdığı satırların peşinden koşuyorum.
Edebiyat; tuhaflığı sever, doğru. Ben ve benim gibiler de o tuhaflığın peşinden gitmeyi…