Alçaktaki Ülke: Hollanda
‘Halk kitleleri’ diye adlandırılan insanlar kentlerde yaşayanlar değildi. Hollanda’nın kırsal kesiminde, yaşam oldukça çetindi. Bir kumlar ve kumullar ülkesi olan Hollanda’da, insan ile doğa arasında sıkı bir mücadele, bir ‘inatlaşma’ sürüp gidiyordu.
Kuru otlar, yosunlar, su ve rüzgar, insanın yaptığı her şeyi yok etmeye azimli görünüyor; çaktığı baraj kazıklarını sökmeye, diktiği duvarları çürütmeye, ahşabı ufalamaya, bir araya getirilmiş tuğlaları birbirinden ayırmaya çalışıyordu.
Doğa, insanı gerisin geriye kovmak istiyordu adeta.
Bu koşullar altında, içine kapanık, asık suratlı bir ırkın gelişmesi beklenirdi ama, tam tersine, neşeli, girişken, durmak yorulmak bilmeden su ve kumların ilerleyişini engellemeye çalışan, duvarları yeniden diken, kazıkları tekrar-tekrar çakan, evleri her zaman bakımlı, her zaman pırıl-pırıl bir ulus oluşmuştu bu, ‘alçaktaki ülkede’.
Bir tarafta, doğayı alt ederek ülkesinde, neşeli yaşamını sürdürmekten başka bir amaç taşımayan bu kaba-saba ve inatçı halk vardı…
Diğer tarafta ise, Hollanda ulusunun günlük menfaatlerinin üzerinde emelleri olan, örneğin Avrupa’da hoşgörü, özgürlük ve üstün insan ideallerinin temsilcisi olmak iddiasındaki burjuvaziyi temsil eden cumhuriyetçiler.
Bu iki topluluk, bir arada yaşamanın yolunu arıyordu.
Burjuvazi, büyük bir mücadele vererek, dünyanın hiçbir ülkesinde görülmemiş bir hoşgörünün egemen olmasını sağlamıştı. Yasaya göre, “Federasyonun tüm eyaletleri, kendi bölgeleri içinde, dinsel etkinlikleri diledikleri gibi düzenlemekte özgürdür. Fakat hiç kimseye dinsel inançları yüzünden baskı yapılamaz, adli takibe maruz bırakılamaz” idi.
Utrecht bildirisinin bu 13. maddesi tüm Hollanda’da uygulanıyor; yaratılan hoşgörülü ve özgür ortam, ülkelerinde katledilme korkusuyla düşüncelerini ifade edemeyen filozof ve bilim insanlarını cezbediyor, bunlar özgürce çalışabilmek için Hollanda’ya yerleşiyorlardı.
İberik Yarımadasındaki din kaynaklı baskılardan yılarak kaçıp gelen Yahudileri ülkeye çeken de, işte bu düşünce ve inanç özgürlüğü olmuştu.
Basım evleri, başka hiçbir Avrupa ülkesinde yayınlanması mümkün olmayan kitapları, herhangi bir sansüre tabi tutmadan yayınlayabiliyordu. Hollanda, kültürün anayurdu oluyor, her türlü yayın, diğer ülkelere buradan gidiyordu.
Bu durum, 18. yüzyılda bile değişmeyecek, örneğin Fransa’ya kitap ve dergilerin Hollanda’dan ‘sızması’ sürecekti.
Hukukun ülkesi Hollanda
Hollanda’da hoşgörü ve hukuk iktidardaydı. İnsanların dinsel inançları yasaklanmadığı gibi, bunların gerçekleri mi yansıttıkları, yoksa hurafeden mi ibaret olduklarını araştırmalarına karışılmıyordu.
Her ne kadar, “ateistlerin ve inançsızların hiçbir cumhuriyette hoş karşılanmayacağı” devlet adamları tarafından söyleniyorsa da, uygulamada bu insanlar herhangi bir zulme maruz kalmıyordu.
Hollandalı hukukçular, hukuku dinden bağımsız kılmaya çalışıyor, ‘doğal hukukun’ temelinde Tanrı’nın değil, insan aklı ve doğa kanunlarının yattığını savunuyorlardı.
Bu hukukçuların en önemlisi halen modern hukukun babası sayılan Hugo Grotius’tu. Dünyanın en önemli hukuk felsefecilerinden Grotius, Roterdam Pansiyoneri olunca hem fikirlerini ülkesinin yönetiminde uygulama olanağını bulmuş, hem de uluslararası bir düzen arayışının temelini atmıştı.
Grotius’a göre hukuk, kanun koyucuların yaptığı işe verilen ad değildi. Doğal hukukun yasaları, Tanrı’nınki dahil her türlü iradeden bağımsızdı ve doğal hukukun seyrini Tanrı bile değiştiremezdi.
Ahlakın temelinde de, bir takım soyut erdemler değil, insanın kişisel menfaati ve varlığını sürdürme güdüsü yatıyordu.
İnsanın varlığını sürdürme güdüsü evrensel bir ‘temel haktı’… Kentli (ya da medeni) bir düzen içinde yaşamayan bir insan topluluğunda, zamanı geldiğinde, insanlar temel haklarını talep edecekler, düzen kendiliğinden ortaya çıkacaktı.
Toplumun varlığını sürdürme güdüsü, ‘herkesin herkesle savaştığı’ bir ortamı pratik bulmayacak, haklı düzen, er ya da geç, kendiliğinden oluşacaktı.
Hollandalı cumhuriyetçiler, anlayış ve hoşgörüye dayalı bir hukuk düzeni kurmaya çabalıyorlardı. Tabii bu herkesin hoşuna gitmiyordu… özellikle Calvinciler veya ‘reformcu’ protestanlar, Hollandada tek bir görüşün -kendi görüşlerinin- egemen olmasını istiyorlar, dinsel bağnazlığı kullanarak, kitlelerin aydınlara karşı öfke ve düşmanlık beslemesine çalışıyorlardı.
Spinoza’ya göre, selamet, ne İsa’nın ne de Musa’nın yolundaydı. Doğa içten içe çalışıyor, tüm evreni yönetiyordu. Dünyadaki hiç bir şey gibi Spinoza da, boşluktan çıkmıyordu tabii ki.
Onu hazırlayan koşulların başında, Hollanda Cumhuriyeti, zamanındaki bilimsel devrim ve gençliğinde, kendisini dinlerden kuşku duymaya sevkeden marrano1 geçmişi vardı.
Yahudilik Spinoza’yı dışlamış2, ama o, başka bir dine geçmeyi reddetmişti. Belki de böyle yaparak, vahiyle inmiş dinlere alternatif olarak, Tanrı adı verilen şeyin, doğadan başka bir şey olmadığına dair kendi tezini sunabilmişti.
---
1 Marranolar: Hıristiyanlığa geçmeye zorlanmış Yahudiler.
2 Cemaati henüz 24 yaşındayken, Spinoza’ya Herem (aforoz) uygulamıştı.