Tam dokuz sene önce Vatan Gazetesinde kitap eleştirirken almıştım bu kitabı: Yeşil Deniz Kabuğu. Aşkla ilgili bir kitaptı. Ağzı sütten yananlar, aşk romanlarına karşı mesafeli dururlar, benim de bu konuda kuyruk acılarım olsa gerekti ki uzun süre bekletmiştim kitabı bir kenarda. Sonrasında okumam lazım, deyip elime aldığımda aşkın yanında, hayatı da olduğu gibi içine aldığını görüp çok sevmiş, bayılmıştım kitaba...
Peynir ekmek yer gibi okuyor insan böyle romanları. Şimdi edebi değeri vardır, yoktur; o, ayrı bir konu. Ama insanlara okuma zevki veriyor mu diye bakarsak- üstelik bu kadar az kitap okunan bir ülkede- o zaman önemli oluyor işte! Çünkü çok tatlı bir dil, çok akıcı bir anlatım ve çok rastlanır bir hikâyeydi… Vermemişim kimselere, bu hafta sonu yeniden okudum, yine aynı tadı aldım. Bir yerlerde rastlarsanız, alın derim. Neden mi? Aşka her zamankinden daha çok ihtiyacımız var da ondan… Savaşlar, değişen haritalar, ölen çocuklar filan derken insan olduğumuzu unuttuk sanki. Halbuki insan gibi insan olmanın nasıl bir erdem olduğunu en iyi anlatan duygu aşktır. Aşk varsa tamamlanır dünya. Aşk varsa insan, yeniden insan olur. Ondan söz eden ne varsa başımızın tacıdır.
Yıllar önce Beyaz Dizi Yayınları vardı. Her hafta, perşembe günleri, üç kitap birden yayınlanır, gazete bayiinde satılırdı. Cümle kurma becerimi geliştirmeye yarayan bu kitapları okurken bir yandan yasak meyveyi yemiş gibi suç işlediğimi düşünerek, bir yandan da okuduğum aşk hikayesinin sonunda neler olacağını tahmin etmeye çalışarak tatlı bir telaş yaşardım. O zaman ders çalışmak varken aşk romanı okumak, neredeyse ayıptı. Ciddi mevzularla haşır neşir olmak vardı gündemde. Hayalperest olamayacak kadar gerçekçiydi bizim nesil… Ama ben, iflah olmaz bir hayalperest olarak bütün yasakları yasaklayıp ders kitabımın arasına bu aşk romanlarından birini koyar, ders çalışıyormuş gibi yaparken tatlı rüyalara dalardım. Canım yine yasak çiğnemek mi istedi yoksa gündemden kaçmak mıydı derdim bilmiyorum ama yeniden okudum işte kitabı.
Demek ki insan kaç yaşında olursa olsun, ne sebeple olursa olsun, aşkı yeniden yeniden tazelemek, ona bakmak, onun üstünde yeniden düşünmek gibi bir ihtiyaç içinde buluyor kendini…Yine ihtiyaç duyuyor böyle romanları okumaya. Aşkı, hemen herkesin yaşayacağı şekliyle ama farklı bir ağızdan anlatan romanları yeniden seviyor.
Hayattan kaçmak, aşk dediğimiz o şahane duygunun peşinde bir sağa bir sola savrulmak, romanın ne olursa olsun bize mutlu bir sonuç vereceğinden emin adımlarla satırlarda ilerlemek işine geliyor.
Böyleyiz.
Egoistiz…
Bu gönüllü ve aslında kararlı bir egoistlik…
Bıktık gerçeklerin sert yüzünden…
Biraz yumuşamak, biraz dinlenmek, kendimizi dinlemek için yapabileceğimiz en güzel iş, bir aşk romanı okumak bana göre…
Aşk romanı okumayı kadınlar erkeklere göre daha çok seviyor sanki… Roman kahramanı kadın gibi cesur hissettikleri için… Hayatın ne getireceğinden korkmadan, ona kollarını sonuna kadar açarak evet diyebildikleri için… Belki de bu sebeple başarılı oluyor bu tür romanlar yeniden, bu sebeple çok okunuyor. Sıradan doğrular ve çok rastlanır gerçeklere, artık dikkat etmediğimiz için. Bunları bize yeniden fark ettirdikleri için…
Sarah Jio; Yağmur Sonrası, Mart Menekşeleri, Böğürtlen Kışı, Son Kamelya, Gündüzsefası, Agapi adlı romanlarla, Türk okuru tarafından önceden tanınıyordu zaten. New York Times ve USA Today’in en çok satanları arasına girdiğinden beri hem ana dilde hem de çeviride, çok sayıda okura, kısa bir sürede ulaşarak farklı zamanlarda rekor kırdı. Bu kadar genç, güzel ve insanların neye ihtiyacı olduğunu fark etmede bu kadar başarılı bir kadına yakışmış aşk romanı yazmak…
Acaba kadınlar, kadınları daha iyi mi anlatıyor aşk hikayelerinin içinde diye düşünmeden edemiyor insan… Gerçek aşka ve mutlu sonlara inanmıştık, diye başlamak, ancak bir kadına yakışıyor çünkü…