Her yıl aralık ayının başında Miami’de Art Basel adlı büyük bir sanat olayı gerçekleşiyor. Yedi haneli fiyatlar uçuşuyor. 300’e yakın dünya çapında galeri 75 bin sanatseverle buluşuyor.
Bu yılkine adım atmış bir gözlemci olarak sanat dünyasının gidişatı ve postmodern sanat üzerine yazmak istedim. Öncelikle itiraf etmeliyim ki, bu kadar kısa sürede maruz kaldığım eserlerin çoğunu daha sonra web sitelerinde gördüğümde ilk kez görmüş gibi şaşırdım. Hafızanın bunca eseri kaydetmesine imkan yok. Tek umudum, zaten bildiğim sanatçı külliyatına 8-10 isim eklemiş olmak…
Sanatta post modern yaklaşımı biraz tartışalım.
Sanatın felsefeye dönüştüğü bir dönemdeyiz. Post modernizm, Modernistleri (Picasso, Matisse, Mondrian gibi) inkar etmeyen ancak soyutluk içinde onların göz ardı ettiği gerçekleri de kapsamayı isteyen bir akım. Hatta o kadar kapsayıcı ki artık yeni bir sanat dalının postmodernizmin üstünde bir kapsayıcılık iddia etmesine imkân kalmadı.
Postmodern’in evrimi gündelik hayatta kullanılan malzemelerle de sanat yapan pop art ile başladı. Bir pisuarı sanat ürünü olarak kabul ettiren Duchamp’ın izinden giden Andy Warhol, 1963 yılında bir temizlik ürünü olan Brillo’nun birebir aynısını ürettiği kutularla sergi açtı. Pop art sadece bir uçtan diğer uca savrulmanın gerektirdiği tepkisel aşırılıkla başlasa da koleksiyoncular için çok önemli, zira eserler, yaratıcısının Zeitgeist’a (dönemin ruhuna) katkısı ile bir bütün olarak ele alınıyor. Ve çağdaş sanat fuarlarının vazgeçilmezi olmaya devam ediyor, çünkü toplumun geniş bir kesimine her zaman hitap edecek içerikler taşımakta. Örneğin, Marilyn Monroe’nun dokuz adet aynı portresini içeren bir yağlıboya Warhol eserine Art Basel’de 9,5 milyon USD fiyat biçilebiliyor.
Pop art denilen geçiş döneminden sonra biçimden daha çok anlam ve felsefi tavra önem veren küçük uzlaşmaları yeterli gören ve aslında ‘sanatın sonu’ döneminin sanatı olan postmodern dönem başlamış oldu.
Postmodern dönem tam bir inanç kaybı dönemi. Her şeyi kapsayan çözüm bulma uğraşlarını vesveseli buluyor. Kendine ait dil oyunları (jargon) geliştiren modernistleri elitist buluyor.
Her ne kadar Picasso gibi modernistler geleneksel sanatı reddederek yükselişe geçtiyse de bir sonraki aşama olan postmodernizm hiçbir şeyi reddetmiyor, her şeyden bir şeyler almanın yanında. Konsensus arayışında değil...
Sanatçılar kaygısız ve sinik, mutlak doğrulara ve kolay çözümlere karşı şüpheciler.
Ancak bu kapsam o kadar büyük ki, hangi sanatçının sesi duyulacak, hangisi haksız yere pohpohlanacak gibi bir kaygı uyandırıyor bende. Artık herkesin sanatçı olmasının mümkün olduğu yeni bir dönemdeyiz. Çağdaş olmak için biraz sosyal konulara da dokunuyorlar ama şart değil…
Artık hemen herkes eğer bir felsefesi veya düşüncesi varsa bunu ifade etmek için sanata başvurabilir, sanatını nasıl ifade edeceğinde de özgür. Bu performans sanatı da olur, yerleştirme, kavramsal, arazi sanatı da olabilir. Bu biraz kapitalizmle suç ortaklığı da çağrıştırmıyor değil…
Nitekim Hal Foster adlı sanat eleştirmeninin tespitine göre Wall Street parasının sanat dünyasına akın etmesi ile ‘bağımsız alan’ daralıyor.
Sanatın bir metaya dönüştüğü ve yeteri kadar iyi bir hikaye ile desteklenirse her eserin ‘para edeceği’ günlerdeyiz…