Gazetelerin, ‘gazete’ olduğu dönemlerde, ‘küçük seri ilanlar’a ayrılan sütunlara göz gezdirmeden sayfayı çevirmezdim. Gerçi artık aynı hizmet internet sayfalarından veriliyor. Yine de basılı gazetenin keyfi, kokusu, hatta avuçları griden siyaha dönüştüren matbaa mürekkebinin yerini tutmuyor.
Hâlâ sabahları kapıyı açıp tokmağa iliştirilen gazeteyi içeri almak, günün ilk ritüellerinden biri olmaya devam ediyor. Çay ve gazete sabahın vazgeçilmezlerinden…
Alışkanlıklardan vazgeçmek kolay olmuyor. Uzun yıllardır okuduğum iki gazetenin kendini tükettiğini hissettiğimde değiştirmeye karar verdim. Takdir ettiğim köşe yazarlarının olduğu veya sadece görüşlerimi yansıttığı için bir gazete seçmek de çok sağlıklı değil aslında. Zira böylesi de sadece duymak istediklerimizi, yani tek tarafı yansıtıyor. Bir süre kısır çevremde herkesin elinde, neredeyse prestij sayılan gazeteyi almaya başladım. Genelde okumayı bitirdikten sonra koltuğa geçip keyifle çözmeye başladığım ‘bulmaca’ların düzeyi de iyice gevşeyince, ‘herkes’ gibi olmaktan vazgeçtim.
Sonuçta kendimce en az sinirimi bozacak, diğer yazılı basına oranla düzgün sanat haberleri/sayfası olan bir gazetede karar kıldım.
Nedense benzer durumlarda okul yıllarında çok severek okuduğum Norveçli yazar; çağdaş tiyatronun kurucularından Henrik İbsen’in bir cümlesi aklıma gelir. “Çoğunluk her zaman yanlıştır; azınlık ise nadiren haklı.” (The majority is always wrong; the minority rarely right).
Günümüzde ortalama zekanın bir tanımı olduğunu sanmıyorum. Einstein’ın Oxford son sınıf öğrencilerine yaptığı fizik sınavı sonrası asistanı sorar, “Sorular geçen senekinin aynı değil miydi?” Einstein yanıtlar, “Sorular aynıydı, cevaplar değişti…”
Yaklaşık aynı dönemi yaşayan farklı uzmanlıklara sahip söz konusu iki kişinin doğru denklemde birleşmiş olmaları öngörüşlü olmalarından kaynaklandı.
Şimdilerde genç neslin sıkça kullandığı, “Kime göre, neye göre?” şablonu ise ucu bucağı olmayan en kestirme, hatta en kaçamak yanıtlardan biri. Kişiyi ne ileriye, ne de geriye götürüyor.
↔↔↔
Kasım-aralık ayları 2025’in yaprak dökümü oldu. Ne çok insan yitirdik. Yaşıtlarımızı kaybetmek yüreğimizi parçaladı. Birlikte büyüdüğümüz, benzer yollarda koştuğumuz, eş zamanda gülüp ağladığımız yıllara nokta koymak ağır geldi. Bu, ‘sıra bizim yaşlara geliyor’ gibi bir duygu değildi. Önyargısız bir yolda, etik değerlerin günlük yaşamın bir parçası olduğu, sağlıkta ve hastalıkta yan yana yürümenin getirdiği koşulsuz sevgiyi paylaşmaktı. En çok da hafif bir gülümseme yerine kahkaha atabilmekti.
Hayata gülen gözlerle bakabilmek bir ayrıcalıktır. Sevgili Sara Zavaro ve Elio Medina, ailenizi ve dostlarınızı bu ayrıcalığınızla sarmaladınız.
Anmak zor, ancak güzel anılmak büyük bir erdem.
↔↔↔
Yaklaşan Miladi yeni yıl için Moşe Aelyon’un bir önerisini uygulamayı hedefliyorum. “İş güç önemli. Ama besleyen sohbetlere ve dostlara daha fazla alan açmak gerekir. Eliniz telefonda, gözünüz saatte ise siz o masada veya o sohbette yarım varsınız.”
Gerçekten hep bir yerlere koşuşturmaktan hayatı bazen yarım yaşıyoruz.
Mucizelere inanmaktan asla vazgeçmedim. 25 Aralık gecesinden başlayarak hanukiyanın mumlarını yakacağız. Binlerce yıl önce, bir geceye yetecek kandil yağının yedi gece boyunca yanma mucizesinin ailemize, dünyaya barış ve aydınlık getirmesini diliyorum.
Sağlıkla kalın.