Üç kadın… Üç dev kadın misafirliğime geldi bu hafta.
Talihsiz Anjel, Küçük Dev Kadın Azra ve Simone. Bu hafta bende misafirdiler. Yok yok talihsiz Anjel İzel’e göründüğü gibi rüyamda gelmedi. Kabusum da olmadı. Hiç birisi kabusum olmadı. Ama yaşamları ve hikayeleriyle doldurdular günlerimi. Üçü birden geldiler ve anlattılar. Yaşamlarını anlattılar. Ancak anlattıkları sadece kendi yaşamları değildi. Yaşadıkları dönemleri, tarihsel ve sosyokültürel anlamda da taşıdılar salonuma. Birbirlerini hiç tanımamışlardı olasılıkla ama bir şekilde hikayeleri bir yerlerde kesişiyordu.
Talihsiz Angel 1910’lu yıllarda Kuşatma Edirne’de Alliance Kız Okulunun müdiresi idi. Savaşı ve yaşadıklarını günlüklerinde anlatmıştı. Onunla daha önce tanışmıştım: 2018 yılında Edirne Büyük Sinagogu için hazırladığımız ‘Edirne’de Karşılaşmalar Sergisi’ni hazırlarken okumuştum günlüklerini. Ama şimdi Şalom yazar/çizeri İzel Rozental’in ‘Talihsiz Anjel Hala ve Edirne Kuşatması Günleri başlıklı’ çizgi-biyografisinden okuyordum. ‘Çizgi-biyografi’! Böyle bir terim var mı? Bilmiyorum. Ama İzel’in kitabını en iyi tanımlayacak terim de bu sanırım. İzel, Anjel’in Edirne kuşatması günlerinde tuttuğu günlüklerini çizgisiyle ve kitabı yazma sürecini de eğlenceli bir şekilde bizlere sunarak yeniden yazdı. Aralara açıklamalar ekledi. Bir noktada onunla iletişim kurabilmek adına [email protected] adresine mail atacağını sandım J Ezcümle İzel, Anjel Halasının günlüklerinde anlattığı kuşatma dönemini, etkilerini, Anjel’in ve öğrencilerinin korkularını, okulda kurdukları ve askerlere giyecek ve pansuman malzemesi diktikleri dikiş atölyesini, bir kadın olarak erkek egemen dünyada başardıklarını ve bugünün Edirne’sinde kuşatma döneminin izlerini sürüşünü kendine has üslubuyla salonuma taşıdı.
Azra, İmparatorluğun son döneminde Selanik kökenli bir aileye göç ettikleri Büyükada’da doğmuştu. Yıl 1915’ti. Yaşamı İstanbul, Viyana, Brüksel, Ankara, İzmir’den geçen küçük boylu, 33 numara ayakkabı giyen dev bir kadındı. Küçük yaşından itibaren birçok Avrupa dilini anadili gibi hatmetmişti. Yanı sıra Osmanlıca, Klasik Yunanca ve Latince de öğrenmişti. Tercümeleri, yazıları, kitapları ve mektuplaşmaları dev bir külliyat oluşturuyordu. Türk edebiyatına katkıları kadar Genç Cumhuriyet’in ilk yıllarından son nefesini verdiği 1982’ye kadar Türkiye tarihine damga vuran olaylara hızlı ama bir o kadar da yoğun bir bakışla doldurdu sohbeti saatlerce salonumu. Balıkçı’sı ve Sebahattin Eyüboğlu ile birlikte yaratıcısı oldukları Mavi Yolculuklarına da götürdü beni, Paris’e de. Hem de yerimden hiç kıpırdamadan. Liz Behmoaras’ın su gibi akan kaleminden Azra Erhat’ın biyografisini okurken sanki onun hiç duymadığım sesi yankılanıyordu salonumda. Tıpkı dostları Sabahattin Eyüboğlu ya da Halikarnas Balıkçısının ve daha nicelerinin sesleri gibi. Farklı şehirler, tarihsel olaylar, zamanlar ve mekanlar arasında geçişken ve sınırsız bir alan açılmış Liz’in kaleminden tüm bir tarih havada asılı kalmıştı sanki. Tüm bu koca dönem içinde bazı bölümler -bana göre- daha bir yakınlaştırıyordu sanki Azra’yı diğer iki misafirime…. “Türkiye sınırlarına iyice yaklaşmış olan Hitler Ordularının ülkeye girip girmeyecekleri hararetle tartışılırdı”. Bilahare evleneceği Bela Szabo da Yahudi’ydi. Ve “1944’te Almanlar savaşı kaybetmek üzere olduklarını anlayınca son bir hamle yapıp kasım ve aralık aylarının dondurucu soğuğunda, binlerce Macar Yahudi’sini Avusturya sınırına kadar yürütmüşler, ölenleri yolda bırakıp sağ kalanları trenlerle Auschwitz Toplama Kampına yollamışlardı. Szabo’nun o sıradaki eşi Roszy’nin ağabeyi de eşi ve çocuğuyla kampa gönderilenler arasındaydı.” …
Simone ise, annemin de arkadaşı olan tatlı Simone İshaki idi. O da Nana Tarablus’un kaleminden kendisinin ve annesi Fortüne Toledo’nun hikayesini anlattı ‘Umudun Kanatlarında’ isimli kitapla. Onun hikayesi de 1875’lerde İstanbul Hasköy’de başlayan, her iki savaştan da bahseden, ikinci dünya savaşında kamplardan geçen ve göçlerin ardından yine İstanbul’a uğrayan bir hikaye. Ve evet onun da büyük annesi ile büyükbabasının yolu Alliance Israelite Okullarından geçmişti. Ama onlar İstanbul Hasköy’deki okulda eğitim almışlardı. Alliance Okulları sayesinde “cemaat verimli, üretken, dünya insanları olabiliyorlardı.”
Birbirleriyle esasen hiç alakası olmayan üç kadın üç farklı yazar aracılığıyla dile geldi. Soframa eşlik etti bu hafta. Üçünü birbirine yakınlaştıran önemli bir özellik de zor zamanlarda savaşta ya da mapusta doğru bildikleri etik yoldan sapmadan, her şeye rağmen çözüm odaklı insanlar olmaları ve yaşama bağlılıklarıydı belki de.
Tarih genelde yazarının bakış açısıyla yazılır. Biyografi yazarı da -her ne kadar tarafsız olmak isterse de- hem biyografisini yazdığı kişinin penceresinden bakar hem ister istemez hayatta kendi durduğu yer o biyografide bazı konuları daha bir öne çıkarır. Aynı dönemleri farklı kişilerin yaşam öykülerinden yola çıkan bambaşka yazarların kaleminden peş peşe okumak okurun penceresini oldukça genişletiyor.
Bu hafta Azra’yı, Anjel’i ve Simon’u yer yer heyecanlanarak, yer yer korkarak, yer yer gülerek ve yer yer ağlayarak dinledim yazarlarından…
Benzer bir yolculuğa çıkmak isterseniz, her üç kitabı da Gözlem Kitap’tan temin edebilirsiniz.