Yıllar önce bir taşınma sırasında, taşımaya yardımcı olan adamın, kitaplığıma uzun uzun baktıktan sonraki sorusunu unutmuyorum: Bütün bu rafları dolduran kitapları okumuş muyum? Ona olumlu bir yanıt verdiğimde nasıl da hayret etmişti. Ömrünce birkaç kitabı bir arada görmeyen bir insanın o kadar kitabın okunduğunu duyması, sanırım körfezi bir uçtan öteki uca yüzerek geçtim, diyen birinin yanıtı kadar şaşırtıcı gelmişti. Oysaki kendi penceremden baktığımda, kitaplarım bana yetersiz geliyor, yeni yayımlananlara yetişmek için sürekli çaba harcıyorum. İçtikçe, daha çok susayan biri gibi… Kuşkusuz benim bu okuma tutkumu adama anlatamazdım. Anlatsam da zaten anlayamazdı. Kitaplardan elbette ki çok şey öğreniyorum, buna karşın okudukça eksiklerimin de çoğaldığını görüyorum. Bu süreç boyunca sorularımla birlikte kuşkularım artıyor. Yine yazdıklarımda kendimi sorgularken, okurlarımı da bu kuşkularıma ortak ettiğimi söylemek isterim. Yanıtını bulamasam da sorularımı bir deneme yazısının sınırları içinde paylaşmış olmam, arayışıma ayrıca keyif katıyor. Ne var ki çok yalın bir soru, her zaman pusuya yatmış beklemektedir: Ne biliyorum? Elbette ki neyi, ne kadar bildiğimin belirli bir ölçüsü yok! Cahil bir insan için, nasılsa her şeyi bildiğini söyleyebiliriz. Kendi payıma, hiç değilse bilmediklerimin, bildiklerimden daha çok olduğunu biliyorum. Voltaire, 1766 yılında, yetmiş iki yaşındayken bir kitap yayımlıyor: Cahil Filozof. Bu kitabın alt başlığı da şöyle geçiyor: Hiçbir Şey Bilmeyen Bir Adamın Soruları. Ünlü düşünür, o yaşına değin kafasında biriken kuşkuları kısa başlıklarla anlatmaya çalışmış. Kitabın başında yer alan İlk Kuşku başlıklı denemesindeki şu sözleri paylaşmak istiyorum: “Uçsuz bucaksız bir evrenin ortasında, tek bir noktaya sıkışıp kalmışken, değil kral olmak, etrafımı saran her şeyin kölesi olan ben, kendimi aramakla işe başlıyorum.” Bu ünlü düşünürün sözleri ışığında, asıl önemli olanın bilmediğimi bilmekten kaynaklandığını söyleyebilirim. Bunun bilincinde olduğumda, daha çok şey öğrendiğimi görüyorum. Sokrates de Montaigne de bunu biliyorlar, öğretilerini bu temel üstünde kuruyorlardı. Belki de bu yüzden tüm söyledikleri her çağda güncelliğini koruyor. Konfiçyüs bir konuşmasında şöyle diyor: “You! Sana bilmenin ne olduğunu öğreteyim. Bildiğini biliyorsan, biliyorsun demektir; bilmediğini de biliyorsan, işte budur bilmek.” Lao Tzu´nun Tao Te Ching kitabında geçen şu sözlerini de eklemek istiyorum: “Bilmediğini bilmek en büyük bilgidir. / Bilmediğini bilmemek bir kusurdur. Ermiş kişinin kusuru yoktur. / Çünkü kusuru, kusur olarak teşhis edebilir. / İşte bu yüzden kusurdan uzaktır.” Voltaire, kendini aramakla işe başladığını söylüyor. Biz de geç olmadan başlasak mı? Neyi ve ne zaman bulacağımız elbette ki kuşkuludur; ama önemli olan, Jaspers´ın deyişiyle yolda olmaktır: Bilinçle, görerek, anlayarak…
Yıllar önce bir taşınma sırasında, taşımaya yardımcı olan adamın, kitaplığıma uzun uzun baktıktan sonraki sorusunu unutmuyorum: Bütün bu rafları dolduran kitapları okumuş muyum? Ona olumlu bir yanıt verdiğimde nasıl da hayret etmişti. Ömrünce birkaç kitabı bir arada görmeyen bir insanın o kadar kitabın okunduğunu duyması, sanırım körfezi bir uçtan öteki uca yüzerek geçtim, diyen birinin yanıtı kadar şaşırtıcı gelmişti. Oysaki kendi penceremden baktığımda, kitaplarım bana yetersiz geliyor, yeni yayımlananlara yetişmek için sürekli çaba harcıyorum. İçtikçe, daha çok susayan biri gibi… Kuşkusuz benim bu okuma tutkumu adama anlatamazdım. Anlatsam da zaten anlayamazdı.
Kitaplardan elbette ki çok şey öğreniyorum, buna karşın okudukça eksiklerimin de çoğaldığını görüyorum. Bu süreç boyunca sorularımla birlikte kuşkularım artıyor. Yine yazdıklarımda kendimi sorgularken, okurlarımı da bu kuşkularıma ortak ettiğimi söylemek isterim. Yanıtını bulamasam da sorularımı bir deneme yazısının sınırları içinde paylaşmış olmam, arayışıma ayrıca keyif katıyor. Ne var ki çok yalın bir soru, her zaman pusuya yatmış beklemektedir: Ne biliyorum?
Elbette ki neyi, ne kadar bildiğimin belirli bir ölçüsü yok! Cahil bir insan için, nasılsa her şeyi bildiğini söyleyebiliriz. Kendi payıma, hiç değilse bilmediklerimin, bildiklerimden daha çok olduğunu biliyorum.
Voltaire, 1766 yılında, yetmiş iki yaşındayken bir kitap yayımlıyor: Cahil Filozof. Bu kitabın alt başlığı da şöyle geçiyor: Hiçbir Şey Bilmeyen Bir Adamın Soruları. Ünlü düşünür, o yaşına değin kafasında biriken kuşkuları kısa başlıklarla anlatmaya çalışmış. Kitabın başında yer alan İlk Kuşku başlıklı denemesindeki şu sözleri paylaşmak istiyorum: “Uçsuz bucaksız bir evrenin ortasında, tek bir noktaya sıkışıp kalmışken, değil kral olmak, etrafımı saran her şeyin kölesi olan ben, kendimi aramakla işe başlıyorum.”
Bu ünlü düşünürün sözleri ışığında, asıl önemli olanın bilmediğimi bilmekten kaynaklandığını söyleyebilirim. Bunun bilincinde olduğumda, daha çok şey öğrendiğimi görüyorum. Sokrates de Montaigne de bunu biliyorlar, öğretilerini bu temel üstünde kuruyorlardı. Belki de bu yüzden tüm söyledikleri her çağda güncelliğini koruyor.
Konfiçyüs bir konuşmasında şöyle diyor: “You! Sana bilmenin ne olduğunu öğreteyim. Bildiğini biliyorsan, biliyorsun demektir; bilmediğini de biliyorsan, işte budur bilmek.”
Lao Tzu’nun Tao Te Ching kitabında geçen şu sözlerini de eklemek istiyorum: “Bilmediğini bilmek en büyük bilgidir. / Bilmediğini bilmemek bir kusurdur.
Ermiş kişinin kusuru yoktur. / Çünkü kusuru, kusur olarak teşhis edebilir. / İşte bu yüzden kusurdan uzaktır.”
Voltaire, kendini aramakla işe başladığını söylüyor. Biz de geç olmadan başlasak mı? Neyi ve ne zaman bulacağımız elbette ki kuşkuludur; ama önemli olan, Jaspers’ın deyişiyle yolda olmaktır: Bilinçle, görerek, anlayarak…