Tuhaf ve ucuz ölümler diyarı

İvo MOLİNAS Köşe Yazısı
29 Ocak 2025 Çarşamba

Gecenin saat 03.30’u ve karlı dağın tepesindeki bir otelin en tepesinden yangın dumanları arasında ailesini görüntülü arayıp, “Hayat güzeldi anne ama galiba ölüyorum” feryadı bir roman karakterinin sözleri değil,  naklen ölümü yayınlayan bir canlının son sözleri gibiydi.

Çok yıllar önce Bertrand Tavernier’nin o ölümsüz ‘Naklen Ölüm’ filminde, Romy Schneider’in alnına kamera konularak ölümünün naklen seyredilmesi sonuçta bir film kurgusuydu ama bu kez naklen yayın gerçekti…

İçilmemesi gereken odalarda sigara içme gibi bir alışkanlığımız olduğundan Türkiye’nin bir sürü otelinde olduğu gibi o dağın lanetli otelinde de, belki de o alışkanlığa yenik düşmemiş güzel insanların olduğu o mekânda da, muhtemelen duman ve yangın alarm sistemi ya yoktu ya çalıştırılmıyordu.

Gecenin kör saatinde yangın çıkar, alarm sistemi devreye girmediği için derin uykuda olanlar uyandıklarında her tarafı kaplamış zehirli duman arasından nerede olduğunu bilmedikleri sözde yangın merdivenlerini bulmaya çalışırlarken, çoğunluğu naklen ölümü bildiremeden bile hayata vahşice veda eder.

Tuhaf ölümler diyarında belki de hayatımızın görüp göreceği en ucuz toplu ölüme tanık oluyorduk milletçe. Yıllardır klişeleşmiş o meşum, ‘Batı’da insanlar şansa ölür, Doğu’da ise şansa yaşar’ sözünün bir kez daha kanıtlandığını görmek, yaşamak mı zorundaydık?

Doğu’da insana değer verilmediğini biliyoruz ama bu öğrenilmiş çaresizliği yenmeye direnç gösterenlere karşı yeniliyoruz hep. Onlar bir kez daha galip geldiler. Zira modern zamanlarda para ve kazanma hırsı da tavan yapınca, Doğu’nun o kadim geleneği, bu kez de bu uğursuz hırsla, yıllara ve insani ve kültürel iyileşmeye, gelişmeye meydan okurcasına devam etmekte.

Dört kişilik bir çekirdek aile düşünün. Yangın çıktığı anlaşıldığında baba oğlunu, anne de kızını tutarak kaçmaya çalışır. Ancak aydınlık hayat tünelinin sonunu sadece baba oğul görür, anne – kız dumanlara ve ateşe yenik düşerek hayata veda eder. Ailenin yarısı diğer yarısına göre hayat ve ölüm ayırım çizgisinde ters yerde kalır.

Genç bir kız, binanın tepesinde babasını telefondan arar, 12. kattan atlayıp atlayamayacağını sorar. Çok düşünür ama alevler odasını sarınca bir umutla atlar 50 metreden.

Yaşaması mümkün mü?...

İki delikanlı kendilerini kurtarıp dışarı çıkmayı başarabilirler ama içerden gelen yardım çığlıklarını ve feryatları duyduklarında geri dönüp alevlerin arasına dalarlar ama bir daha dışarı çıkamazlar.

Şu adaletsizlik bile insanı isyan ettirmeye yetmez mi?...

Ucuz ölümler diyarında o şeytani gecede 18 yaş altı tam 36 çocuk alevlere teslim oldu. Evlerinde oturmayıp kar tatiline gitmek istemeleri gibi en haklı isteklerinin, onların daimi sonları olmasında sorumlu ne veya kimlerdi?

Hepsinin anne babaları onlara sağlıklı bir gelecek sağlamak için gece gündüz çalışan ya akademisyen, ya doktor, ya dişçi, ya nörolog, ya şirket yöneticisi olan Türkiye’nin en eğitimli, üretken, aktif çalışan insanlarıydı.

Çocuklarını bir tatile götürmenin böylesi sonlanmasının izahatı olamazdı. Zira hayatları boyunca çocuklarını en iyi şekilde yetiştirmeye çalışmanın karşılığı bu denli ucuz ve absürt ölüm mü olmalıydı?...

↔↔↔

Bir caddede karşıdan karşıya geçerken her iki tarafın dikkatsizliği sonucu bir insanın o anda ölmesi de Albert Camus’nün, hayatın anlamını ararken belirttiği varoluş modelinin saçmalığını anımsatıyor, tıpkı karlı dağın tepesinde birden bire hayatların sona ermesi gibi.

Camus, Sisifos Söylenisi’ne atfen, insanın tüm çabalarının anlamsız ve beyhude olduğuna işaret ederek yaşamın  ‘saçma’ özelliğini anlatmaya çalışır.

Yangından dolayı tuhaf ve ucuz ölümleri düşündüğümüzde, insani hataların beklenmedik ve ani ölümlere neden olması nedeniyle, hayatın ‘saçma’ özelliği ile anlamlandırılması pek mümkün.

 Bir saat önce en sevdikleriyle birlikte derin ve huzurlu bir uykudayken aniden ölüme gitmek, ‘saçma’nın bizzat tezahürü ve kanıtı değil mi?

Bu ucuz, tuhaf ölümler hayatın anlamlandırılamaz ve giderek ‘saçma’ yönünü gözler önüne sermiyor mu?

Saçma, bireyin yaşamın kontrolsüz, rastlantısal ve bazen de acımasız doğasıyla karşılaşmasından doğarken, buna karşı göstereceğimiz refleksin teslimiyet değil ama başkaldırı olması gerektiğini ileri sürer Camus.

Ancak mücadele ve başkaldırı ile hayatın saçma yönünü, yok edemesek de, hırpalayabileceğimizi söyler, ünlü Fransız düşünür.

Mücadele, saçmanın varlığını bilerek ona karşı durmanın eylemidir bir anlamda, ona karşı güçlü bir duruş sergilemenin adıdır.

Teslimiyet yerine, bu anlamsızlığa, saçma’ya karşı gelmek hem bireysel hem toplumsal bir görev olmalı.

Saçmanın karanlığında bile hayatın anlam ve arayışını sürdürmek elzem olmalı.

Hayatlarımızı; vasatlığa, pespayeliğe, değersizliğe, cana saygısızlığa, duyarsızlığa ve kuralsızlığa, diğer bir deyişle ‘saçma’nın beslendiği iklime teslim etmemek boynumuzun borcu olsun.

Zira bizler, bu topraklarda, hayatlarımızdaki bu tuhaflığı, bu ‘saçma’yı hiç hak etmiyoruz ve hâkimiyetini de kabul etmek istemiyoruz.

Bu mücadelede, toplumsal bilincin artması için elimizden geleni ardımıza koymamamız gerekiyor.

Zira şansa yaşamak istemiyoruz.

‘Saçma’nın sadece felsefi düzlemde, soyut dünyasında kalmasını istiyoruz.

Tuhaf ve ucuz ölümler diyarında artık insan gibi yaşamak istiyoruz.

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün