Okul hayatım boyunca tarih derslerini pek sevemedim. Sanırım bunun en önemli nedeni tarihleri ezberleme yeteneksizliğimden kaynaklanıyor. Sınavlarda şu savaş ya da şu antlaşma hangi yılda oldu diye sordular mı, çalıştıklarım tümüyle aklımdan çıkmış olurdu. Nitekim artık ne bu tarihleri ezberlemenin bir önemi kaldı ne de binlerce sayfalık ansiklopedileri biriktirmenin… Bir tuşa bastığınızda, birkaç saniye içerisinde aradığınız sorunun yanıtını buluyorsunuz. Neyse, bu ayrı bir konu!
Okulda tarih derslerini sevmezdim, diyerek başladım; ama sözü sevdiğim yazarlara getirmek istiyorum. Onların kaleminden çıkmış yaşamöyküleri, geçmişte yaşanmış olaylara ve başarılarıyla iz bırakmış insanlara ilgi duymamı sağladılar. Yaşadığı döneme damgasını vurmuş, ister bir komutan, ister bir düşünür, ister bir sanatçı, isterse bir bilim insanı olsun, onları başarıya götüren etmenler kadar, bireysel özelliklerini anlatan kitaplar, okuma alanımı daha çok genişletiyor.
Günümüzden neredeyse iki bin yıl önce yaşamış Yunanlı yazar Plutarkhos’un Türkçeye çevrilmiş tüm kitaplarını keyifle okuduğumu söyleyebilirim. Başta Montaigne olmak üzere, Avrupalı çoğu deneme ve yaşamöyküsü yazarını büyük ölçüde etkilemiş, yazdıklarına esin kaynağı olmuştur. Plutarkhos, bir denemesinde tarih değil, özellikle yaşamöyküsü yazdığını söylüyor. Tarih kitaplarında anlatılan parlak başarılar, o başarıları elde edenlerin dürüstlüğü ya da alçaklığı konusunda hiçbir şey yazmaz. Buna karşın der, rastgele söylenmiş bir söz ya da bir espri, bir insanın karakterini, binlerce insanın öldüğü savaşlar kazanarak, koca ordulara komuta ederek ya da kentleri kuşatarak elde edilen zaferlerden çok daha fazla ele verebilir.
Gerçekten de bu yazar, tüm kahramanlarını, bir insan olarak bizlere öyle anlatıyor ki, onları farklı özellikleriyle tanıma olanağını buluyoruz. Kendi payıma denemelerimde yaşamöykülerine yer vermekten de ayrıca keyif aldığımı söyleyebilirim. Kimi zaman uzun tümcelerle anlatmaya çalıştığım bir konuyu, ondan aktardığım bir öyküyle daha güzel açıklayabiliyorum.
Yeri gelmişken, yaşamöyküsü yazarı olarak Stefan Zweig’i anmak isterim. Onun bu alandaki bütün kitaplarını okudum. Sonrasında ele aldığı kahramanları daha farklı bir gözle görmeye, tanımaya başladığımı söyleyebilirim. Nitekim Amerigo bunlardan yalnızca biri. Bu kitabın alt başlığında da şöyle yazıyor: Tarihsel Bir Yanlışlığın Hikâyesi.
Nedir bu tarihsel yanlışlık? Kime sorsak, hiç düşünmeden Amerika adının Amerigo Vespucci’den alındığını söyleyebilir. Oysaki yazar, araştırmalarıyla bu kâşifin, yeni kıtaya hiç ayak basmadığını ortaya koyuyor.
Zweig, yaptığı araştırmalar sonucunda iki farklı Vespucci tablosuyla karşı karşıya kaldığını söyler: Bir yanda işverenine tüm ayrıntıları bireysel mektuplarında alçak gönüllükle yazdığı bir adam, öte yanda hiç yapmadığı yolculukları öne sürerek ün kazanmış, kendini beğenmiş, yalnızca basılmış kitaplarda var olan bir adam!
Yeri gelmişken, yeni yayımlanmış bir yaşamöyküsünden söz etmek istiyorum: Liz Behmoaras’ın kaleme aldığı, Küçük Dev Kadın Azra. Kitap Azra Erhat’ı anlatıyor. Bu hümanist yazarın yayımlanmış bütün kitaplarını ilgiyle okumuştum. Bu yaşamöyküsünde de yaşantısının bilinmeyen yönlerini, tutkularını, Türk kültürüne olan katkılarını Behmoaras’ın titiz ve araştırmacı kaleminden keyifle okuduğumu söyleyebilirim.
Bu konularda sayısız örnek bulabiliriz. Benim söylemek istediğim, yalnızca tarihi değil, bir dönemi de yaşamöyküsü yazarlarından okumanın ayrı bir keyif olduğudur.