Geçenlerde oturup bir daha düşündüm bu ülkede kadın olmayı… Belki de dünyada bile kadın olmak, erkek olmaya göre daha zor… İşte, evde, aşkta; hayatın her yerinde daha çok düşünmek zorunda sanki. Sanki dünya onların sırtında… Bütün bunları yazmama, tabii ki bir kadın vesile oldu.
Çok sevdiğim bir yakınımın evinde kahve içerken kadın olmaktan, eş olmaktan, evlilikten, annelikten bahsediliyordu. Ben bir ara, evliliğin çok kutsal olduğundan, insanın sevdiğini kolay kolay bırakamayacağından, bazı noktalarda daha anlayışlı davranması gerektiğinden, çok büyük bir mesele olmadıkça yuvasını yıkmaması gerektiğinden söz ettim. Tek başına çocuk büyütmek çok zor, bir çocuğun babasız olmaması lazım filan gibi boyumdan büyük cümleler kurdum kendimce… Böyle diyorum çünkü evin yardımcısı bana çay uzatırken birden yüzüme bakıp şöyle dedi:
-Siz, sevdiğiniz biriyle evlisiniz belli ki.
Evet, dedim.
“Ben geç evlendim ama çok şükür ki böyle bir mucize var hayatımda.” O zaman, mutsuz kadınları anlamanız çok zor, dedi. Sakın yanlış anlamayın, kendi seçimlerini yapma özgürlüğü olan kadınların o seçimlerden vazgeçme hakkı da olur. Bizim böyle bir şansımız yok. Olsaydı, pek çoğumuz eşlerimizden ayrılırdık. Başta maddi bağımlılık var, nasıl bakacağız çocuklara? İkincisi de pek çoğumuz zaten sevmeden evlenmiş, babaları tarafından çok genç yaşta evlendirilmiş kadınlarız. Ben mesela… Annem ölünce babam, yeniden evlenebilmek için kızlarının hepsini çocuk yaşta evlendirdi. Evden bir boğaz eksilsin, yeni gelecek hanım rahat etsin, doğuracağı çocukları rahat büyütsün diye. Eşim de hiç bana uygun biri değildi, çocuklar hep mutsuz oldu onunla, elimde olsa onları daha mutlu bir ortamda büyütmek için ayrılırdım zamanında eşimden ama mümkün olmadı tabii. Yoksa kim, daha iyi bir hayatı olsun istemez ki? Hocam, öyle olmuyor bazen… İnsan, elinde maddi olanağı olsa arkasına bile bakmaz inanın, bırakır evini, alır çocuklarını gider. Siz şanslısınız, çocuğunuz olması gerektiği gibi büyüyor, bunu anlayamazsınız. Anlamayın da zaten. Beni yanlış anlamayın, olur mu, dedi.
Nasıl utandığımı, dinlediklerimin gözümü nasıl açtığını, bütün bunları düşünememiş olmanın beni nasıl acıttığını size anlatamam!
Haklıydı!
Bizim tuzumuz kuruydu. Okumuştuk, işimiz vardı. İstemediğimizle evlenmemek, istediğimizi, istediğimiz zaman almak gibi bir lüksümüz, istediğimiz de onu bırakabilmek gibi bir ayrıcalığımız bile vardı. Hayat gailesi herkes için geçerlidir ama bizim şehirli kadınlar olarak çektiğimiz, şehirde yaşayan ama şehirli olmayan kadınlarınkinin yanında sözünü ettiği konulara bakıldığında, hiçti neredeyse… Biz, toplumdaki rolümüzle bağlantılı olarak sorumluluklarımız sebebiyle biraz daha dikkatli, özenli, kabul görme derdiyle hareket etmek zorunda olan, elindeki imkanlar ölçüsünde davranan, seçimlerini yapabilen, hayatın denizinde özgürce yüzebilen kadınlardık. Onlarsa ayaklarını suya bile değdirmemişken okyanusun ortasında hayatta kalma mücadelesi veren, yüzme bilmeyen kadınlardı.
Babalar, kızların ilk kahramanlarıdır. Hemen herkes babasına benzer biriyle evlenir. Hayat, bu konuda adaletli bir biçimde işler adeta… Uzağına düşemez kolay kolay hiçbir kız babasının… Bu kadınların kahraman olamamış babalarının onlar için seçtikleri hayat, neredeyse onların çocuklarının da kaderini belirleyecek kadar dar, sıkıcı, karanlık ve ümitsiz olabiliyormuş meğer…
Meğer sözcüğü bu yazının en ayıp kelimesi bana göre…
Meğer demeden önce, oturup düşünmek gerekiyor. İnsanın hangi evde, hangi koşullarda, kimin çocuğu olarak doğacağı, nasıl bir çocukluk yaşayacağı, hayatının nasıl şekilleneceği hem belli değil hem de insanın kendi elinde değil… Bu sebeple bütün kadınların hayat denen süreci bir masal gibi yaşamadığını, o masalın prensesi olmadıklarını düşünerek, bilerek konuşmak gerekiyormuş.
Kendini karşısındakinin yerine koymak eylemine inanamam ben…
Ama o gün koydum ve bu hanımdan özür diledim. Dedim ki, bunu yazmam lazım, izin verir misin? Tabii ki, dedi. “Böylece kadınların hikayelerine de daha çok dikkat çekmiş oluruz.”
Bu cümlesiyle beni bir daha düşündürdüğünü bilmeden…