Etrafı dikenli tellerle çevrili dar bir koridorda yürüyoruz uzun bir zamandır. Karanlık, ucundaki ışığı görmekte epey zorlandığımız, önümüze tümseklerin çıktığı, takılıp düşenin çok olduğu, çelme takıp kaçanın, kaçtıkça kurtulanın ödüllendirildiği zifiri tünellerde yaşam savaşı veriyoruz. Ne içinde bulunulan ortamı ne de reva görülen düzeni kabullenebilmek çok zor. Adalet bekliyorsun, meğer trenin saati geçmiş…
Her hafta bitmek bilmeyen polemikler, adalet isteyenlerin aslında ayrıcalık talebinde bulunduğu, oyunun kendisinden çok hakem kararlarının konuşulduğu, figüranların başrolü kaptığı toksik bir futbol ortamına sahibiz ne yazık ki… Kısır tartışmaları bu sayfalarda alevlendirmek hiçbir zaman metodumuz olmadı elbette, o yüzden alternatif bir spor yazısı için sizi aşağıdaki satırlara davet ederim.
Geçtiğimiz hafta UEFA Avrupa Ligi’nde mücadele eden üç temsilcimizin maçları vardı. Alınan sonuçların ardından Galatasaray ve Fenerbahçe yollarına devam etme hakkı elde ederken, Beşiktaş’ın Avrupa defteri kapandı. Kadro değeri açısından bakıldığında takımlarımızın hayli gerisinde olan Twente ve Midtjylland karşısında elde edilemeyen galibiyetler üzücü. Galatasaray’ın da Rigas Skola, Malmö ve Dinamo Kiev gibi kendi ayarında olmayan takımlar karşısında kaybettiği puanlar fazlasıyla düşündürücü. Harcanan onca para ve yapılan dünya çapındaki transferlere karşın takımlarımızın performansları dalgalı. Oyundan çok, oyuncuların kabiliyetlerine dayalı bir sistem içinde yuvarlanıp gidiyoruz. Halbuki oyun güçlü olursa, kaybedilecek puanlar da tesadüfe dayalı olur. Oyuncunun ayaklarına baktığında ise; alacağın sonuç talih kuşuna bağlı. Başına konabilir de, pisleyebilir de...
Alternatif bir yazı dedik, devamını getirelim… Oyunun gelişmesi için yurt içinde de bazı köklü değişikliklere gitmemiz gerekiyor. Oyun çıtamızı yukarı çekmek istiyorsak; omzuna darbe alanın suratını tutmaması, ayağına ufak bir darbe alanın sekiz takla atmaması, oyunun durması için futbolcuların gereksiz bir şekilde yere yatmaması, kondisyonu yetersiz hakemlerin tempoyu düşürmek için sürekli düdük çalmaması şart. Ritim, yoğunluk ve tempo ne kadar düşük olursa, kıtanın önemli takımlarıyla baş edebilmen bir o kadar güç. Bir de tabii maçların ikinci yarılarının geç başlama hadisesi var. Hakem; ilk yarının bitiş düdüğünü üfledikten tam 15 dakika sonra ikinci yarıyı başlatmak zorunda. Üzülerek belirtmeliyim ki, ligimizdeki devre araları yaklaşık 20 dakika sürüyor. Neredeyse hiçbir maçta bu talimata uyulmuyor. Türkiye Futbol Federasyonu’nun bu konudaki yaptırım gücü de oldukça zayıf. Oysa UEFA nezdinde bu talimatın ihlâl edilebilmesi mümkün değil. Hatta ihlâl halinde ilkinde ihtar, ikincisinde ceza uygulaması var. Nitekim Fenerbahçe Teknik Direktörü Jose Mourinho, takımını aynı sezon içinde ikinci kez sahaya geç gönderdiği için Midtjylland maçında kulübedeki yerini alamadı. Talimat varsa uymak, ihlâl durumunda da yaptırımı uygulamak gerek; ayrıcalık değil adalet istiyorsak. İstiyorsak…
Bir öneri de UEFA’ya getirelim. Avrupa kupalarında mücadele eden her takıma, grup aşamasını tamamladıktan sonra kadrosunda üç değişiklik yapma hakkı tanınıyor. Yıllardan bu yana süre gelen uygulamayı artık güncellemek, mevcut sayıyı artırmak gerek. Kıtada devre arası transfer dönemini aktif geçirmeyen neredeyse hiçbir takım kalmadı. Gediklerini kapatan, elden çıkarmak istediği oyuncularla yollarını ayıran, fırsat transferi kovalayan onca takım, kadro listesini sadece üç yeni oyuncuyla güncelleyebiliyor. Maç içinde beş değişiklik yapma hakkının tanındığı bir dönemde, sonraki turlar için listeni üç futbolcuyla yenileyebilmen, son kullanma tarihi geçmiş bir uygulama gibi geliyor bana. Üzerinde tartışılmaya ve günü yakalamaya muhtaç bir konu olduğu düşüncesindeyim.
Sıra dışı bir yazı oldu; gündemden kopuk, bağlamdan uzak, güncelden ırak, genel ve geçer. Hayat da öyle değil mi?.. Neler neler yaşıyoruz, akıl ve zihin sağlımızı koruyabilmek için ne badireler atlatıyoruz. Ama ne oluyor sonunda; her gün birer kutu sakinleştirici bitirmişiz gibi gelene de geçene de bakıyoruz. Sadece bakıyoruz…