Dünyadan uzak

Dalia MAYA Köşe Yazısı
5 Şubat 2025 Çarşamba

İstemiyorum! Hiçbir şey yapmak istemiyorum. Yataktan çıkmak istemiyorum. Yatayım, yorganın altında bekleyeyim, hiçbir şey yapmadan öylece durayım. Öylece olayım. Eriyeyim, yatakla bir olayım. Hiçbir şey yapmayayım. Hiçbir şey görmeyeyim. Hiçbir şey okumayayım.

Dünyanın en güzel şehirlerinden birinde yaşıyorum. Dünyanın en güzeli değilse bile bir şehirde olabilecek en güzel gün doğumlarına uyanıyorum. Yıllardır her sabah günden önce uyanıp günün sürprizlerine kendimi açtığım gün doğumları bunlar. Şimdi onu bile istemiyorum. Sürprizlere uyanmak istemiyorum. Bilmek istemiyorum. Uyanmak istemiyorum. Ya da uyuyayım o kadar uzun uyuyayım ki diyorum. Ama demekle, istemekle olmuyor. Zaten bu haldeyken geceleri de uyunmuyor.

Dünya tersine dönmüş. Doğru bildiğimiz ne varsa, karman çorman olmuş. Her köşede bir savaş, her köşede bir değil çok, çok fazla ölüm. Sanki yatmışız kalkmışız 1930’lu yıllara geri dönmüşüz. Yatmışız kalkmışız orta çağa geri dönmüşüz.

Yuval Harari’nin Neksus kitabını dinliyordum. Nexus benim için Arthur Miller’ın 1959’da yazdığı otobiyografik üçlemesinin son kitabıydı. Miller bu kitapta Mona ile ilişkisi geliştikçe, Anastasia ile evliliğinden yabancılaşmasını anlatıyordu. Harari ise kendi Neksus’unda taş devrinden yapay zekâya bilgi ağlarının kısa tarihini anlatıyor. Dinlemekte olduğum bölümde Ortaçağ’da cadı avcılığının nasıl başladığını anlatıyor. Heinrich Kramer’in hiçbir gerçeğe dayandırmadan yazdığı ‘Cadı Çekici’ kitabının 1486 - 1600 yılları arasında 28 baskı yaptığını anlatıyor. Aynı dönemde yayınlanan ve modern bilim geleneğinin kurucu metinleri arasında sayılan Kopernik’in ‘Kürelerin Devinimi’ isimli kitabı ise tüm zamanların en az satan kitabı olmuş. Cadı Çekici’nin yayınlanmasının ardından Avrupa’da 40 bin civarı ‘cadı’nın yakılarak öldürüldüğünü hatırlatıyor Harari. Sonra da Rusya’ya geçip kulak avcılarını anlatıyor. Ben kulak avcılarını duymamıştım. Siz biliyor muydunuz kulak avcılarını? Merak ettiyseniz, Harari’nin Neksus’unu okuyun. Ben okuyorum, daha doğrusu dinliyorum. Dinledikçe, dünya tarihini bir daha dinledikçe, dünyanın ileri değil geri gidişini görüyorum. Yapay zekânın insanı nasıl kandırabileceğini, yalan yanlış bilgilere dayanarak büyük savaşların (sanki hiç savaş yokmuş gibi dünyamızda) çıkmasına ramak kaldığını düşünüyorum.

Tarih tekerrürden ibarettir derlerdi de ben insanlık olarak hep daha iyisini yapabileceğimize inanırdım. Ama insanlık sınıfta kalıyor. İnsanlık birbirini koruyup kollamak yerine kesip biçmeyi, yaratmak yerine yok etmeyi tercih ediyor. İnsanlık erkin elinde bir sinek gibi eziliyor. Bırakıp gitmek istiyorum. Bu dünyadan inip gitmek istiyorum. Ama bu alamet öyle bir alamete dönüştü ki şimdi insen de bir inmesen de bir. Dönüyorum Alan Watts’ın ‘Güvencesizlikteki Bilgelik’ kitabına bakıyorum: “Güvensiz olmanın ruhsal bir illet fakat aynı zamanda korku ve endişenin tedavisinin bulunabileceği tek yer olan görünmeyen gerçekliğe açılan kapı olduğunu” söylüyor. Yıllardır böylesi bir bilinçle yaşadım. Her an, her şey olabileceği düşüncesine sarıldım, her günün kendi sürpriziyle geleceğine/geldiğine inandım. Şimdiyse sürprizler de karanlık. Bakıyorum. Dünyaya bakıyorum ama dünya bana bakmıyor. Bu da bir Neksus, bir yabancılaşma hikâyesi sanki. Üzerinde oturduğum koltuk batıyor. Yatak batıyor. Dünya olmuş bir cehennem; hayatları yok ediyor. Kimini güç hırsı yok ediyor, kimini daha iyi bir hayat arayışı. Dünya kararıyor. İnsanlık yok oluyor. Nefes alamıyorum.

Derken karşıma bir kelime çıkıyor. ‘Equanimity’. Tam Türkçe karşılığını bulamadımsa da sakin ve sarsılmaz bir duruş diyebiliriz. Bu terim Buda öğretisinde olduğu kadar Yahudi Kabala öğretisinde, Tasavvuf’ta da karşılığını bulan bir terim. Özellikle de kaosun hüküm sürdüğü zor zamanlarda dışarıda ya da yüzeyde olana değil derinde olana odaklanmayı ifade ediyor. Okyanusun yüzeyinde dalga süreklidir. İniş çıkış hep vardır. Hayat da öyledir. İnişli, çıkışlı. Oysa okyanusun derini yüzeydeki büyük ya da küçük dalgalanmalardan etkilenmez. Ve bir kere daldınız mı derine, orada rengârenk cıvıl cıvıl bir yaşam vardır. Gözünüzü alamazsınız. İşte ‘equanimity’ terimi yaşamda da yüzeysel olana değil derinde olana odaklanmanın kişiye, olanın tabi ki farkında ama olana rağmen değil olanla birlik bir yaşamı öğretiliyor. Bu durumda acı, üzüntü, mutsuzluk, depresyon yok mu? Tabi ki var. Ama bütün bunları da çok fazla sarsılmadan olduğu gibi kabul etme hali var. Böylelikle derinden ve gerçek çözümleri üretebilme yolu açılıyor.

Belki şairin dediği o yer, hani her şeyi söylemenin mümkün olduğu o yer, insanın ‘equanimity’ halinde olduğu o yerdir.

Belki Pinhani’nin kulaklarımda çınlayan sesi o hale bir davettir. Bir yol var ama her yerde tuzak / Bir yol daha var, dönmek de yasak / Deryaya yakın, dünyadan uzak.”

Kalkıyorum… Güne karışıyorum. Keyifsiz. Ama hâlâ küçük de olsa bir nefesim var. Denesem, daha derinlere indirebilir miyim nefesimi? Yaşıyorum ya. Dostlarım da sağ olsunlar. Bir kahve vakti, bir küçük sohbet. Hayat galip gelecek biliyorum. Coşku da geri gelecek. Kış bitecek bir gün. Uzakta da olsa, bahar gelecek.

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün