Bir toplum olarak nereye gidiyoruz?
Sabah gözlerimi açıyorum, rutinime başlıyorum. Sosyal medyaya şöyle bir göz atarken, insanlara günlerini güzelleştirecek, umut ve mutluluk aşılayacak bir şeyler paylaşmayı düşünüyorum. Bugün ne desek? “İyi şeyler olacak” mı? “Güzelliklere açık olun” mu? Ancak daha günün ilk saatlerinde bu düşünceler yarım kalıyor. Çünkü bir haberle karşılaşıyorum; yine bir felaket, yine bir kayıp, yine bir trajedi. Ve acılarımızın yıldönümleri.
Bir gün deprem, başka bir gün bir yangın, sonrasında bir trafik kazası, zamlar, siyasi krizler… Siyasilerin ötekileştirici açıklamaları. Bitmek bilmiyor. Her yeni gün, bir öncekinden daha ağır ve iç karartıcı hale geliyor. O zaman soruyorum: Ne oldu bize? Neyi kaybettik? Neden bu kadar çok acıya, yıkıma ve kargaşaya mahkûm olduk?
Bu yazı, kimsenin acısını küçümsemek için değil; aksine, bu acılarla nasıl başa çıkacağımızı sorgulamak için yazıldı. Çünkü hepimiz, aynı coğrafyanın çocuklarıyız. Her felaketi omuzlarımızda taşıyoruz. Birimiz ağladığında, hepimiz ağlıyoruz. Ama artık bu yas döngüsünden çıkıp nefes alabileceğimiz, yeniden gülebileceğimiz bir güne uyanmayı özledik.
Peki, bu kadar yıkımın içinde mutluluğa yer kalmaması bizim kaderimiz mi? Yoksa biz mi kendimize bu düşmanlığı yapıyoruz? Toplum olarak nerede yanlış yaptık? Birbirimize bu kadar kırıcı olmasaydık, çevremize daha duyarlı davransaydık, belki bugün daha umut dolu bir yerde olurduk.
Bu soruları sormaktan çekinmeyelim. Çünkü sorular bizi düşünmeye, düşünmek ise değişmeye götürür. Öyle siyasilere suçu atıp kolaya kaçmak da anlam ifade etmiyor. Mesele toplumsal. Her başımıza geleni siyasete özletmeyi sevmem. Çünkü değişen toplum. Dirençsiz olan toplum. Sorumluluk hepimizin.