Önce kendimden bir alıntı…
“Kaşla göz arasında, değişir sıralama! Geldiği an heyecanla beklenen, eldekiler düşer bir alt sıraya. Yine öyle oldu. Merakla beklediğim kitap geçer geçmez elime, okunmakta olanlar, okunacaklar, sırasını bekleyenler, hepsi bir kenara çekildi. Yol, son gelene açıldı.
Son gelen ilk oldu birden! Neden? Neden mi öyle oldu? Kim bilebilir ki? Belki önceki romanlarının bende yarattığı etkiden… Belki de yıllar öncesinde kurulan bir dostluk bağından, bir paylaşılmışlıktan. Birlikte çıkılan bir yolculuktan.
Öyle ya, başlangıçta birlikte çıkmıştık bu yolculuğa. Daha doğrusu yolculuk her ikimizin içinde hep vardı da aynı zamanlarda, aynı yerde, elinizde tuttuğunuz ya da ekranınızdan takip ettiğiniz bu gazetenin o eski merkez ofislerinin birinde açığa çıkmıştı. Ben sanat sayfasından sorumluydum. O, arka sayfadan. Ben üniversiteli bir yeniyetme idim. O, ablamdı. Ne zaman bir yazının başlığında takılsam, imdadıma yetişirdi. Bir türlü beceremezdim yazılarıma etkileyici bir başlık vermeyi. “Liziiiii! İmdat” dedim mi, hiç ikiletmeden yazıyı okur en uygun, en güzel başlığı o harika gülümsemesi ile sunuverirdi bana!
Yıllar geçti. Bir dönem, uzunca bir dönem, uzaklaştık Şalom’dan da, birbirimizden de. Herkes kendi yoluna.
Bilmezdim o zamanlar onun anlatacak hikâyeleri olduğunu. Derken, etkileyici romanlarla döndü yaşamıma. Önce ailesinin geçmişinden kalan anıların etrafında oluşanlar... Derken topluma, bir döneme etki etmiş kişilikler… Anılar, hayal gücü ile süslenip dönüveriyordu roman sayfaları üzerinden gerçekliğe… Liz Behmoaras’ın etkileyici, içten, samimi kalemi ile her bir romanı bir sonrakini davet eder gibi okurun yüreğine… Her biri, kitapçı raflarına düşer düşmez, öne geçen, hemen okunması gereken bir haz benim için.” (4 Şubat 2015 tarihli, ‘Bal Rengi Taş Binaların Arasına Bir Davet’ başlıklı Şalom yazımdan alıntı*)
Sonrası şimdi yazıldı…
Yine o çömez günlerimden birinde Cüneyt Gökçer Damdaki Kemancı’yı sahneye koymuş. Atatürk Kültür Merkezi’nin salonunda kendisini izlemeye gitmişiz. O zamanki AKM’nin akustik özürlü sahnesinden dem vurup seyircinin de çok ses yapmasına söylenerek Cüneyt Gökçer’in sesini duyamadığımı yazmışım Şalom’a. Sonrası bir kıyamet! Derdimi iyi ifade edememiş olmalıyım ki, çömez ben dev Cüneyt Hoca’yı kötülüyor gibi anlaşılmışım. Gazeteye yağan tenkit mektupları mı dersiniz… Yolda karşılaştığımda bana “Ne haddine?” diyenler mi? Pişalona diye fırçalayanlar mı!
Canım Lizi koşmuştu yine yardıma. Hem de bu sefer ben “Liziiiii! İmdat” bile diyemeden. Cüneyt Gökçer’den röportaj randevusu alıp taşımıştı beni yanında AKM’nin kulislerine. Bir gösteri öncesi, uzun uzun sohbet etmiş, kendisine salonun akustiğinin çok da iyi olmadığını itiraf ettirmiş ve bu röportajı da Şalom’un mümkün olan ilk sayısında birlikte koca koca fotoğraflarımızla yayınlamıştı. Böylesine kaliteli, sevecen, kültürlü, çözüm üretici, iyi bir insan, harika bir yol göstericiydi.
Yeni kitapları düşmeyecek artık kitapçı raflarına… Koşa koşa alıp okuyamayacağız Liz’i. (Şalom’un Lizi’si kitap dünyasının Liz’i olmuştu çünkü çoktan) Meraklandıran, heyecanlandıran konuları dinleyemeyeceğiz onun ağzından. Soramayacağım ben de ona bir sonraki kitabımın adını “Liziiiii! İmdat!” diye.
***
Canım Lizi…
Oysa anlamalıydım. Geçtiğimiz aralık ayında son kitabın ‘Küçük Dev Kadın Azra’yı okuduktan sonra Şalom’a yazdıklarıma senden ses gelmeyince anlamalıydım. Benim ilk kitabım ‘Ayrık Otunun İçsel Yolculuğu’nun lansmanına sen koşa koşa gelmiştin de ben seni bu sefer anlayamadım. Hep aklımdaydın da, nedensiz, elim gitmedi sormaya “iyi misin? diye… Ah be Lizi… Sen bir başka gittin!
*Bu anma yazısının ilk paragrafları rehberim bildiğim her birimiz kendi yollarımızda ama illa ki o benim önümde yürürken hayat boyu izlediğim, kendime örnek bildiğim sevgili Liz’in kitabı ‘Sen Bir Başka Gittin’ yayınlandığı zaman Şalom için yazmıştım, size tekrar gibi göründüyse affola.