Anılarla anılmak

İzel ROZENTAL Köşe Yazısı
26 Şubat 2025 Çarşamba

Sonra... Hızla birbiri ardından yitirdiğim sevdiklerimi, dostları düşünüyorum. Hasret her geçen gün çoğalıyor. Benden daha gençleri yitirdiğimizde dayanamıyorum, niye o gitti de ben kaldım diye kahroluyorum. Arkadaşlarımın çoğu benden büyük, ister istemez yaş ilerledikçe hayat tenhalaşıyor.

Yukarıdaki alıntıyı Zeynep Oral’ın 15 Şubat tarihli Cumhuriyet gazetesindeki ‘80 Yaşım Merhaba’ başlıklı yazısından cımbızladım. Umarım beni bağışlar, fakat bu satırlar duygularımı o kadar güzel ifade ediyor ki, daha iyisini yazmayı beceremeyeceğim.

“Yaş ilerledikçe hayat tenhalaşıyor” demiş Zeynep Hanım, ne kadar yerinde bir tespit! Cep telefonum silmeye kıyamadığım numaralarla dolu! Dedemi hatırladım bu sözcükleri okurken; emekliye ayrıldıktan sonra her sabah mutlaka bir Hürriyet gazetesi aldırmayı alışkanlık edinmişti. Gün boyunca her sayfasını didik didik eder, noktasına virgülüne, küçük ilanlarına varıncaya dek satır satır okur, verdiği para boşa gitmezdi! Zamanla ilgisi azalmaya başladı. Artık gazeteyi açıyor, bir iki sayfasına göz gezdirdikten sonra kapatıp kenara bırakıyordu. Derken bir gün evdekilere talimatını verdi: “Artık bana gazete almayın!”

Doksanlı yaşlarının ortalarındaydı. Biz bu isteğini televizyona yormuştuk, zira gün boyunca ekranın karşısından ayrılmıyordu. Ne olursa olsun, müzik, yarışma, haber, spor, magazin; bütün programları izleyerek oyalanıyordu. Üstelik kulakları ağır işitmesine rağmen cihaz da kullanmazdı. Haliyle televizyon ardına kadar açık olduğundan, sesler binanın içinde gümbür gümbür yankılanırdı. Sonunda bir gün halam dayanamayıp sordu: “Bu saçmalıkları izleyeceğine sana bir gazete alayım, biraz okumak istemez misin?”

Dedemin cevabı şaşırtıcı olmakla birlikte mantık içeriyordu: “Ne okuyacağım gazetede? Tanıdığım herkes gitmiş, ölüm ilanlarındakiler bile artık bana yabancı!”

Uzun yaşamak kadar, kendinden büyüklerle dostluk kurmanın dayanılmaz sonuçlarından biri olsa gerek: Geride kalan herkes yabancı! Üstelik giderken görece uğurlayan da az!

Dedem kadar olmasa bile annem de uzun ömürlülerin arasında sayılırdı. Geçtiğimiz ağustos ayında bizlere veda ettiğinde 94’ündeydi. Amerika’dan gelen kardeşimle birlikte mutlu edebileceğimiz tarzda uğurlamıştık onu; en sevdiği yerlere, mekânlara giderek, onun sevdiklerini yiyip içerek… İnsanın bir Japon lokantasında suşi yiyip sake içerek kıymetlisini anması belki tuhaf kaçıyor, ama inanın hoş bir duygu, acıya iyi geliyor!

Sanatçı çevremde ezkaza büyüklerimizden biri aramızdan ayrıldığında bunu toplanma vesilesi yapar, birkaç kafadar, cenaze töreni biter bitmez soluğu meyhanede alırdık. Gidenin şerefine kadeh kaldırmak farzdı!

Sonra bu küçük topluluğumuz azaldıkça azaldı… Tuhaftır, nedense aramıza yeniler hiç katılmadı, biz ise yaş aldıkça küçüldük. Bir karikatürcü büyüğümün yıllar önceki cenazesini hatırlıyorum, Teşvikiye Camiinin belki de en kalabalık günlerinden biriydi. Törenin ardından ustamızı kabrine yolcu etmiş, sekiz-dokuz kişi şerefine kadeh kaldırmak üzere Boğaz’da, Anadolu yakasının en ucundaki bir salaş balık lokantasına yollanmıştık. Üstadı anarken o kadar çok kadeh kaldırmıştık ki, gecenin bir vakti dönmeye cesaret edememiş, tahta sandalyelerin üzerinde sabahlamıştık. Bereket balık lokantasının sahibi anlayışlıydı. Acımızı bizimle birlikte kadeh kaldırarak paylaşmış, üstelik hesapta yüklüce bir indirim yapmıştı!

Bir çocukluk arkadaşımı ise kasvetli bir mart günü, Bodrum'da defnetmiştik. Ta oralara vedaya gelen kalabalığı görünce zihnimden geçen tuhaf düşünceleri hatırlar, hâlâ kendi kendime gülerim: “Şanslı adam!”

Geçen salı bir başka dostun veda toplantısı vardı. Sağlığında koyu bir Beşiktaş taraftarı olduğundan, ailesi Beşiktaş Stadının önünde küçük bir tören düzenledi. Herkes siyah beyazlı giysilerini kuşanıp gelmişti. “Babamın damarlarındaki kan siyah beyaz akardı” dedi anma konuşmasında, kendi de babası kadar fanatik Beşiktaş taraftarı olan oğlu. Cenazeyi çevreleyen yakınları hep bir ağızdan onayladı: “Bizim de!” Bir Fenerbahçeli olarak ne diyeceğimi bilemedim, yutkundum, usul usul geri çekildim.

Perşembe sabahıysa bu kez sevgili Lizi’nin cenaze törenindeydim. Onun bu amansız hastalıkla boğuştuğunu bilmiyordum, hiç renk vermemişti! Haberi duyduğumda beynimden vurulmuşa döndüm. Oysa birkaç gün önce yazışmıştık, Talihsiz Anjel Hala kitabımı okuyordu. “Kitapta neden bana teşekkür var? Ben sana kitabın akıbetini sormaktan başka ne yaptım?” diye çıkışmıştı. Hatırlattım ona. Bir görüşmemizde projemi anlatmış, o da ilgiyle dinledikten sonra kendi tarzımda bir biyografik roman yazmamı önermişti. Bir anlamda öyle yapmış, kitaba da sevgili köpeği Köpük ile birlikte onun bir portre karikatürünü koymuştum. Meğer fark etmemiş. Bana son yazdığı sözcük “buldum” oldu. Beğenip beğenmediğini bilmiyorum, bir daha yazışmadık.

İstanbul’u sarmalayan kar örtüsüne, AKOM’un turuncu alarm uyarısına rağmen cenaze töreni çok kalabalıktı. “Sevenleri ne çok, mübarek kadın şanslı!” diye geçirdim yine içimden… Tövbe tövbe! Kara mizah böyle bir şey, insanın ruhuna işliyor!

Tekrar Zeynep Oral’ın yazısına dönüyorum. Lizi gençti, güzeldi. Diğer ‘genç’ arkadaşlarım da öyle! Niçin benden önce gittiler diye hayıflanıyorum. Sonra… Hayat böyle deyip yeniden anılara dalıyorum.

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün