ABD’nin eski Savunma Bakanlarından Robert Gates, "Bir savaş başlattığınızda nasıl gideceğini asla bilemezsiniz" diyerek tecrübeyle sabit bir gerçeği dile getirmişti.
Bu söz, Ortadoğu'daki rejim değişikliklerinin beklenmedik ve istenmeyen sonuçları olabileceği konusunda bir uyarı niteliğindeydi. Çünkü bir sorunu çözmeye çalışırken başka sorunları kötüleştirme ve yeni sorunların tohumlarını ekme olasılığı her zaman yüksektir. Yakın tarihte bunun örneklerini sıkça gördük.
Muhammed Musaddık, 1951’de İran başbakanı oldu ve ardından petrol sanayisini millîleştirerek İran’ın doğal kaynaklarının kontrolünü yabancı şirketlerden almayı hedefledi. Ancak 1953’te CIA ve MI6 destekli bir darbe planlandı ve bu plan Musaddık’ın görevden alınmasıyla sonuçlandı. Darbenin ardından Şah Rıza Pehlevi başa geçti ve İran Batı yanlısı otoriter bir ülke haline geldi. Bu gelişme, İran’ın modern tarihinde bir dönüm noktası olarak görülür; ülke sonunda 1979 İran İslam Devrimi’ne sürüklendi. Bu devrim, onlarca yıllık Amerikan ve Batı karşıtlığına, devlet destekli terörizme ve bölgesel istikrarsızlığa yol açtı.
Sonrasında Afganistan’da benzer bir durum görüyoruz. ABD, 1980’lerde mücahitlere verdiği destekle yalnızca Sovyetler’i Afganistan’dan çıkarmakla kalmadı, aynı zamanda bu büyük gücün zayıflamasına da katkıda bulundu. Afganistan Savaşı ve silahlanma yarışı, 1989’da SSCB’nin çöküşünde önemli bir etken oldu. Ancak bu süreç, Afganistan’da onlarca yıl süren bir iç savaş, baskıcı bir Taliban yönetimi ve küresel çapta büyüyen cihatçı hareket gibi başka ciddi sonuçlar da doğurdu.
Afganistan’daki sonuçlardan ders alınmadığını Irak’ta açıkça gördük. ABD, 2003’te Saddam Hüseyin’i devirdi. Ancak bu hareket istemeden de olsa İran’ı güçlendirdi. Irak’taki güvenlik boşluğu cihatçı grupların bu bölgede palazlanmasına yol açtı. Ayrıca, bu durum diktatörlerin nükleer silahların müdahalelere karşı caydırıcı bir güç olduğunu düşünmelerine sebep oldu. Yıllar sonra, ABD ordusu Irak Savaşı’ndan en çok kazanan tarafın İran olduğunu kabul etti. Tabii ki başlangıçta hedeflenen bu değildi.
2011’de ABD ve NATO destekli bir operasyonla Muammer Kaddafi devrildi. Ancak Kaddafi döneminden kalan büyük silah stokları kontrolsüz şekilde milislerin ve suç örgütlerinin eline geçti. Bugün Libya, iki ana hükümetin çekişmesi ve silahlı grupların etkisiyle bölünmüş durumda. Ayrıca terör örgütleri, Libya’nın stratejik konumunu kullanarak Cezayir, Tunus, Nijer, Mali ve Çad gibi ülkelere yayıldı. ABD ve NATO, Libya’nın çöküşünün getireceği iç ve bölgesel güvenlik sorunlarını yeterince dikkate almadı.
Libya’daki rejim değişikliğini savunan birçok kişi -başta Obama olmak üzere-Kaddafi’nin devrilmesinin diğer diktatörleri barışçıl geçişlere yönelteceğini umuyordu. Ancak sonuç tam tersi oldu.
Örneğin Suriye’de Esad, Rusya ve İran’ın desteğiyle muhaliflere daha acımasız bir şekilde saldırdı. ABD ise Irak müdahalesinden sonra güçlenen İran ve Rusya’nın bölgedeki etkisini sınırlandırmak için harekete geçti. Bu çatışmalar yüz binlerce cana mal olurken,13 milyondan fazla Suriyeli yerinden edildi. Şu an Suriye’de rejim yeniden şekilleniyor. Bunun toplum ve güvenlik açısından ne gibi sonuçlar doğuracağını önümüzdeki yıllarda göreceğiz.
Bir dünya lideri olarak ABD, genelde mevcut düzeni koruma veya kendi çıkarına uygun şekilde sürdürme politikaları izler. Amerikan yönetimleri, eylemsizliğin büyük maliyetlere yol açacağına inanır. Ancak son 55 yılda görüldü ki, yapılan müdahalelerin de yüksek ve öngörülemez maliyetleri var.
Şu an iktidarda olan Trump yönetimi ise düzeni korumak yerine, dünya düzeninin altını üstüne getirecek bir plan üzerinde çalışıyor gibi görünüyor.
ABD şu anda büyük ittifaklarını adeta cezalandırırken, bir zamanlar düşman gördüğü Rusya ile dostluk kurmaya ve Çin’le dikkatli bir ilişki geliştirmeye çalışıyor. Bunun ilginç sonuçları olacaktır. Bu konuda bugünden spekülasyon yapmak komplo teorileri üretmekle eş değer olabilir.
Ancak bugünden açıkça görülen bir şey var: Avrupa’daki liderler, bu belirsiz ortamda gelecek planlarını masaya yatırdılar. Avrupa’yı hafife almayın! İngiltere ile birlikte Avrupa Birliği’nin toplam nüfusu 500 milyonun üzerinde. Bu bölge, dünyadaki toplam gayri safi hasılanın yüzde 20’sini gerçekleştiriyor. Avrupa Birliği dağılacak olsa bile, geriye kalan büyük ülkelerin etkileyici bir ordu kurabilme kabiliyetleri vardır. O zamanda eminim Rusya ve ABD geceleri uykusuz geçirmeye başlayacak.
Eylemlerimizin uzun vadeli sonuçlarını bildiğimizi asla iddia edemeyiz. Devletleri yönetenler de nihayetinde (şimdilik) bizler gibi insanlar topluluğu olduğu için durum pek farklı sayılmaz.