Anayasa

Selin BARLAS Köşe Yazısı
12 Mart 2025 Çarşamba

Dünyada ve ülkemizde konu başlıkları hep aynı…

Yeni bir dünya düzeni kuruluyor ama belirsizliğin içerisinde geçmiş bize yol da gösteriyor… Geriye dönüp bakmak kâfi olacaktır demiyorum elbet ama konuların hep aynı veya benzer eksende döndüğünü hatırlamak elzemdir.

Bu hafta 73 yıl geriye gidiyoruz.

Modern Türk edebiyatının önemli isimlerinden ve rahmetli dedemin yakın dostu şair, yazar, eleştirmen, denemeci, çevirmen ama hepsinden önemlisi bir Cumhuriyet aydını Nurullah Ataç’ın (dedem Cemil Sait Barlas’ın Pazar Postası isimli gazetesindeki) Anayasa tartışmaları üzerine yazısı bize hep aynı mevzuların etrafında dönmekten başka bir şey yapmadığımıza dair ışık tutacaktır…

***

Nurullah Ataç

16 Mart 1952

Ankara

Pazar Postası

Kanun-i Esasi

Milletvekillerimiz, dinlenmelerini bitirip döndükten sonra ne yapacaklar acaba? Sorulur mu? Yine meclise dönecekler, 14 Mayıs inkılabının ışığı altında, Cumhuriyet Halk Partisinin 27 yıldır ettiği kötülükleri düzeltmeye çalışacaklar.

O kötülüklerden biri de bilirsiniz, Anayasanın dilidir.

Teşkilat-ı Esasiye Kanunun bu memlekette anlamayan yoktu, bütün aydınlarımız okur yazarlarımız Arapçanın, Farsçanın kurallarına göre yapılmış terkiplerden hoşlanıyorlar, onların her yere konulmasını istiyorlardı. Cumhuriyet Halk Partisi buna razı olur mu?

Millete inat, okur yazarlara inat bir dil uydurdu, kimse anlamasın diye Teşkilat-ı Esasiye Kanununu o dile çevirtti. Milletvekillerimizin bundan sonra ilk işlerinden biri o kanunu eski diline kavuşturmak olacakmış. Üzülmeyin, yakındır, “yargıç” kalkacak, “kovuşturma” kalkacak, o yabanî kelimelerin yerine eski “hâkim ta’kib, ehl-i vukuf, celse” kelimeleri gelecek. Kim bilir? Milletvekillerimiz belki daha ileri gider bize celse sözünü doğru okutturup celese dedirtir, bu hızla ayınları çatlatmayı dahi öğretiverirler.

Şakayı bırakalım, değiştirecekler Anayasanın dilini. Buna sevineceklerin çok olduğunu da biliyoruz. Biz de şunu söyleyelim ki buna çok sevineceklerin hepsi de yalnız dil devrimini değil, bütün devrimleri, devrimlerin özünü anlamamış olan kimselerdir. Biz, Anayasanın dili iyi idi, kusursuzdu demiyoruz, onu yazanlar bir yandan çok ileri gittiler bir yandan da çekingen davrandılar. İleri gidip “hâkim” yerine “yargıç” dediler sonra herkes biliyor diye mahkeme yerine “yargıl” demekten çekindiler. Mebus kelimesini kaldırdılar ama “seçil” demekten çekindiler, milletvekili dediler. Daha böyle yanlışları oldu. Ama Teşkilat-ı Esasiye Kanununun dilini niçin değiştirdiler? Günün birinde akıllarına esti de onun için mi yaptılar bu işi? “Lâf kıtlığında asmalar budayım” misali durup dururken bir iş mi çıkardılar başımıza?

Doğrusunu söyleyelim, bu millet aydınının, okur yazarının hafıza kıtçadır, dün dediğini bugün unutuverir, daha kötüsü ben böyle demedim diye tutturur. Teşkilât-ı Esasiye Kanununun dilini Cumhuriyet Halk Partisi değiştirmedi. Büyük Millet Meclisi değiştirmedi, bu millet aydınlarının, bu milletin dileği değiştirdi. Arapça, Farsça kurallarına göre yapılmış terkiplerden kaçalım diyen kimdi? Ta 1910’dan beri şairlerimizin yazarlarımızın çoğunluğu değil mi? Öyle olunca Teşkilât-ı Esasiye terkibi de yargıyı giymiş demekti, kaldırılması gerekti onun, kaldırıldı yerine Anayasa denildi. Onunla birlikte kaldırılan kelimelerin çoğu bize, çoktan beri aykırı geliyordu, sevimsiz geliyordu. Bütün aydınlarımız, bütün okur yazarlarımız onları istemediklerini söylüyorlardı. Bayan Halide Edip Adıvar dahi, şimdi nasıl düşünürse düşünsün “Ey yeni Turan, sevgili ülke, söyle sana yol nerede?” dediği günlerde, sadece bunu söylemekle Teşkilât-ı Esasiye terkibini de o addaki kanunun kelimelerini de istemediğini söylemiş oluyordu. Bugün Anayasayı eski diline çevirmeğe kalkanlar arasına karışması, kendi yaptığını kendi eliyle devirmeğe özendiğini gösterir. Yaptıklarının, söylediklerinin bir sonucu olacağını düşünmemiş miydi bütün o şairler, yazarlar?

Türkçülükleri, devrimcilikleri sadece eş dost arasında bir çekişme konusu olsun diye miydi?

Fuat Köprülü, Ziya Gökalp ile çalışmanın “ortaç yolcuları” diye şiir yazmanın rübabı değil, Türklerin kopuzunu övmenin sonu buna varacağını hiç aklına getirmemiş miydi?

Teşkilât-ı Esasiye Kanununun değişip Anayasa olması, kırk yıldır süren Türkçülüğün bir ürünü idi.

Eski dile dönüşü sevinçle karşılamanın devrimlerin özünü anlamamaktan geldiğini söyledim.

Dil nedir?

Bir milletin düşünüşünü, duyuşunu, hangi medeniyete bağlı olduğunu gösteren bir aynadır. Biz Doğu medeniyetine bağlı olduğumuz günlerde o Arapçalı, Farsçalı kelimelerini beğenmişiz, sevmişiz; ama o medeniyetten ayrılınca, bir devrim ihtiyacını duyunca, onun kelimelerini de yadırgamaya başlamışız. Hem bir devrim olacak, düşünüş duyuş, görüş değişecek, hem de o eski dil o yeni düşünüşü, duyuşu, görüşü söylemeye elverişli olacak. Böyle bir şey istemek devrimin ne olduğunu bilmemektir.

Duyduğumuza göre Anayasanın dilini değiştirmek isteyenlerin bazıları Teşkilât-ı Esasiye demek de istemiyorlarmış. Kanuni Esasi diye tutturmuşlar. Bunu öğrenince oldukça bayağı bir Fransız komedisinde okuduğum bir söz geldi hatırıma. İhtiyar bir hanım vardır o oyunda “Fransız krallarının en büyüğü hangisidir?” diye soranlara: “Louis Phillipe elbette, gençtim ben onun saltanatı günlerinde” der. Kanun-i Esasi sözü de kadın erkek birçoklarımıza Meşrutiyet günlerini, bizim de genç olduğumuz günleri andırıyor. Bir de Kanun-i Esasi Birahanesi vardı o günlerde…

Ama o günlerde ucuzluk da vardı, Kanun-i Esasiyi geri getirmeye çalışanlar o ucuzluğu da geri getirmeye bir özenseler!

Boş umutlara kapılmayalım, ucuzluğu sağlamayı düşünseler Anayasanın diliyle uğraşmaya vakit bulamazlar. Onu düşünmedikleri içindir ki böyle şeylerle vakit geçiriyorlar.

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün