Değişim mi, çöküş mü?

Hayati MOLİNAS Köşe Yazısı
19 Mart 2025 Çarşamba

On yıllardır Avrupa’daki ana akım partiler, aşırı sağa karşı güvenlik duvarları kurarak II. Dünya Savaşı’nın travmasını aşabileceklerine inanıyordu. Ama artık işler değişti. Aşırı sağ birçok ülkede hızla güç kazanıyor.

Bu yükseliş özellikle Hollanda, İtalya ve Avusturya'da belirginleşti. Hollanda’da Geert Wilders’ın Özgürlük Partisi ve İtalya’da Giorgia Meloni’nin İtalya’nın Kardeşleri Partisi merkez sağ partileri çoktan geride bırakıp iktidara geldiler. Avusturya'da ise son seçimlerde Herbert Kickl’in aşırı sağcı FPÖ partisi birinci oldu. Göçmen ve İslam karşıtı olan ve AB’ye şüpheyle bakan FPÖ, 1956’da eski bir SS subayı ve Nazi milletvekili tarafından kurulduğu için, modern Avrupa’daki aşırı sağ partilerin ‘büyükbabası’ olarak görülüyor.

Aşırı sağın yükselişi Fransa, Almanya, Belçika, Finlandiya, İspanya ve İsveç’te de dikkat çekiyor. Marine Le Pen’in RN Partisi, Fransa’da ana akım partileri geride bırakarak parlamentonun en büyük partisi oldu. Almanya’da AfD, son seçimlerde üçüncü büyük parti konumuna geldi. Belçika’da milliyetçi Flaman partisi seçimleri kazanırken, onu aşırı sağcı Vlaams Belang takip etti. Finlandiya, İspanya ve İsveç’te de benzer bir yükseliş gözleniyor.

Aşırı sağ Avrupa’nın birçok ülkesinde güç kazanırken, bu partilerin hepsi aynı çizgide değil. Bazıları otoriter ve anti-demokratikken, bazıları da demokratik çerçeveyi koruyor. Genel olarak hepsi göçmen karşıtı; kimi sınırların kapanmasını istiyor, kimiyse yerleşik göçmenlerin sınır dışı edilmesini savunuyor. Bazıları neo-Nazi mirasını sahiplenirken, bazıları da faşist geçmişten uzaklaşmaya çalışıyor.

Aşırı sağ yalnızca iç politikada değil, dış politikada da bölünmüş durumda. Kimileri Avrupa Birliği’ne karşı dururken, kimileri de Rusya ile yakın ilişkiler kuruyor. İngiltere'de Nigel Farage ve Fransa'da Le Pen’in Rusya ile mali bağlantıları biliniyor. Almanya'daki AfD ve Avusturya'daki aşırı sağ partiler de açıkça Moskova’ya yakın duruyor. Macaristan ve Sırbistan’daki popülist ve milliyetçi iktidarlar ise Putin ile işbirliği içinde. Öte yandan, Rusya karşıtı olanlar da var. Örneğin, Giorgia Meloni, NATO’ya bağlı kalıp Ukrayna’yı destekleme konusunda net bir tavır sergiliyor. 

Avrupa'daki bu siyasi kaymanın sürpriz olmadığını söyleyebiliriz. 

Yeni aşırı sağın yükselişi, 2007’deki Büyük Durgunluk'tan itibaren şekillenen ekonomik, sosyal ve politik sorunlarla güçlendi ve şimdi zirveye ulaşıyor. Ekonomik sıkıntılar ve yüksek işsizlik, özellikle göçmen karşıtı öfkeyi körüklüyor. Araştırmalara göre, aşırı sağın en büyük dayanağı göçmen politikaları. İşsizliğin tüm suçunu göçmenlere yükleyen işçi sınıfı, solu değil, aşırı sağı destekler hale geldi. Ne garip, değil mi? Sanayi Devrimi’nin ürünü olan sosyalizm, işçi sınıfını korumak için doğmuştu ama o kitleler şimdi aşırı sağın saflarında!

Önceden siyasete uzak olan birçok insan, kötüleşen yaşam koşullarını küreselleşmeye ve artan göçe bağladı. Bu da korumacılık ve milliyetçilikle beslenen aşırı sağ ideolojinin güçlenmesine yol açtı. Özellikle Fransa, Almanya, İngiltere, Avusturya ve İsveç’te Müslüman nüfusun hızla artması İslamofobi’yi körükledi. Aşırı sağ, göçmenleri kültürel entegrasyona direnmekle ve Batı'nın kimliğini zayıflatmakla suçluyor. Ayrıca artan suç oranlarının da göçmenlerden kaynaklandığını öne sürüyorlar.

Siyasi dinamikler açısından bakıldığında, aşırı sağın Avrupa siyasetinde ana akıma girmesini iki temel etken kolaylaştırdı: Sol muhalefetin bölünmüş olması ve neoliberal merkez sağın ekonomiyi kötü yönetmesi. Hem merkez sağ hem de merkez sol partiler, statükoyu korumaya odaklanarak aktif bir muhalefet oluşturmak yerine, aşırı sağın yükselmesi için uygun bir zemin hazırladı.

Geleneksel solun etkisini kaybettiği artık açık. Genel olarak siyaset sağa kayarken, küreselleşmeye karşı çıkan ve popülizmi muhafazakârlıkla birleştiren yeni, sert bir sağ yükseliyor. Seçmenler artık klasik Sol/Sağ ayrımından çok, hükümetlerin göç, konut krizi ve ekonomik sorunları ele alış biçimine göre tercih yapıyor. Kimileri bunu siyasi bir çöküş olarak görürken, kimileri ise kaçınılmaz bir değişim olarak değerlendiriyor.

Tarih boyunca kriz dönemleri, aşırı akımların güç kazanmasına zemin hazırlamıştır ve bugün Avrupa benzer bir sınavla karşı karşıya. Ancak geleceğin yönü hala Avrupa’nın kendi ellerinde. Ekonomilerini güçlendirerek, kültürel miraslarını koruyarak ve dengeli göç politikaları geliştirerek, popülizmin nefret dolu ve anti-demokratik söylemlerine karşı durabilirler.

“Tarih değil, hatalar tekerrür eder” sözü Sultan II. Abdülhamid’e atfedilir. Umarız Avrupa, yükselen aşırı milliyetçi akımların etkisiyle II. Dünya Savaşı’nın karanlık sayfalarını yeniden açmaz.

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün