Sessiz sömürü

Hayati MOLİNAS Köşe Yazısı
9 Nisan 2025 Çarşamba

1960'a kadar ‘Belçika Kongosu’ olarak bilinen ülke, Belçika'dan bağımsızlığını ilan ettiği gün ‘Kongo Demokratik Cumhuriyeti’ adını aldı. Ancak demokrasi kelimesi, bu coğrafyada gerçek anlamıyla hiçbir zaman hayata geçemedi.

1971’de diktatör General Mobutu, ülkenin adını Zaire olarak değiştirdi. Mobutu'nun yönetiminde Zaire, dış dünyaya istikrarlı bir Afrika devleti olarak tanıtılmak istendi. Bu amaçla, 1974’te tarihin en büyük boks karşılaşmalarından birine ev sahipliği yapma kararı alındı. Efsanevi Muhammed Ali ile dönemin yenilmez şampiyonu George Foreman, Zaire'nin başkenti Kinşasa'da ringe çıkacaktı. Bu, sadece bir spor olayı değil; Mobutu’nun gözünde Zaire'yi medeniyet vitrinine çıkarmanın bir yoluydu.

Ancak Muhammed Ali'nin ring dışındaki sözleri, Mobutu'nun parlatılmış vitrinini çatlattı. Ali'nin, kendisine inanmayan gazetecilere "Sizi bir tencereye koyup pişireceğiz!" demesi, Afrikalılara yönelik yüzyıllık önyargılara bir gönderme yapıyordu – bu da Mobutu'nun planladığı pozitif propagandayla hiç örtüşmüyordu.

Yine de Ali, Zaire halkı tarafından büyük bir sevgiyle karşılandı. Sokakta da zekice hamleleriyle öne çıktı. “Bu halk kimleri sevmiyor?” diye sorduğunda yanıt açıktı: Belçikalılar. Ali de Foreman’ı ‘Belçikalı’ ilan etti. Bu zeka dolu hamleyle Kinşasa sokaklarında “Ali, bomaye!” yani “Ali, öldür onu!” sloganları yankılanmaya başladı.

Ve ringe çıkıldığında, 8. raundun sonunda yalnızca Foreman değil, onunla birlikte emperyalist geçmiş de nakavt oldu.

Tam 33 yıl sonra, 1997’de Mobutu rejimi Ruanda ve Uganda destekli bir isyanla devrildi. Laurent-Désiré Kabila'nın öncülüğündeki bu değişimle ülke, eski adına geri döndü: Kongo Demokratik Cumhuriyeti (KDC). Ama bu yeni dönem, yüzyılın en karmaşık sınır ötesi çatışmalarından birinin de başlangıcıydı.

1994 Ruanda Soykırımı sonrası yüz binlerce Hutu, Kongo’nun doğusuna sığındı. Bu mülteci akını, Ruanda’daki yeni Tutsi yönetimi tarafından tehdit olarak görüldü. Ruanda ise hem bu tehdidi bertaraf etmek, hem de Kongo’nun zengin madenlerini kontrol etmek için defalarca KDC’ye askeri müdahalede bulundu.

Bu karmaşık süreç, günümüzde hâlâ devam eden silahlı grup varlıklarının zeminini hazırladı. Bunlardan en dikkat çekenlerden biri M23 — yani Mart 23 Hareketi. Ruanda destekli bu Tutsi isyancı grubu, Kongo’nun doğusunda faaliyet gösteriyor. Görünürde Tutsileri Hutu milislerinden koruduklarını söylüyorlar, ama asıl mesele bölgede Ruanda adına hakimiyet kurmak ve maden kaynaklarını kontrol altına almak.

Bu çatışmaların kalbinde ise Goma yer alıyor. Ruanda sınırındaki bu iki milyonluk şehir, Doğu Kongo’nun kontrolü için adeta bir kilit taşı. Ne yazık ki bugün Goma, göçün, yıkımın ve bitmeyen acının sembolü haline dönüşmüş durumda.

Goma’nın hemen kuzeydoğusunda yer alan Rubaya maden sahası, dünyanın en zengin ‘koltan rezervlerinden birine sahip. Koltan, akıllı telefonlardan uydulara kadar pek çok teknolojide kullanılan niyobyum ve tantal gibi nadir elementleri içeriyor. Ancak bu parlak teknolojik geleceğin arkasında karanlık bir gerçek var.

M23 gibi gruplar, bu değerli madeni Ruanda üzerinden yasalmış gibi ihraç ediyor. Kaynak Kongo’dan çıkıyor ama kazanan başkası. Ruanda, koltanın işlendiği ve dünya pazarlarına sunulduğu bir merkez haline gelmiş durumda. Koltan ise, Kongo’daki savaşların sessiz ama güçlü finansörü.

Bu zincirin başka halkaları da var. Çinli şirketler, Ruanda üzerinden KDC'nin koltanına, altınına, kobaltına kolayca ulaşıyor. Aynı şekilde ABD merkezli şirketler de bu madenleri Ruanda, Uganda ya da BAE gibi ülkeler üzerinden ithal ediyor.

Yüzeyde birbirine rakip gibi görünen Çin ve ABD, iş Kongo’dan çıkar sağlamaya gelince adeta üstü kapalı bir iş birliği içinde. Çünkü hepsi aynı kaynaktan besleniyor: Kongo’nun yer altı zenginliklerinden.

Bugün teknolojiye yön veren bu nadir mineraller için verilen mücadele, aslında modern sömürgeciliğin ta kendisi. 19. yüzyılda Avrupalılar silahla gelip topraklara el koyuyordu. 21. yüzyılda ise sahneye yeni oyuncular çıktı. Özellikle Çin, aynı hedefe şimdi ‘yatırım’, ‘istihdam’ ve ‘altyapı’ adı altında ulaşıyor.

Askeri işgallerin yerini diplomatik anlaşmalar ve kalkınma projeleri aldı belki ama özü değişmedi: Zenginliğe giden yol hâlâ yoksulların üzerinden geçiyor.

Jean-Paul Sartre'ın sözleri bugün her zamankinden daha anlamlı:

"Sömürgecilik bir düzen değil, bir suç örgütüdür."

Ve biz bu suçun izlerini, maden ocaklarının çamurunda, sınır boylarındaki mülteci kamplarında, Goma sokaklarındaki yıkık evlerde, ve çaresizce bakan yerel halkın yüzlerinde görüyoruz.

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün