New York'ta üç günlük bir lezzet tufanı

Zehra ÇENGİL Köşe Yazısı
16 Nisan 2025 Çarşamba

New York gibi gastronomiyle nabzı atan bir şehirdeyseniz, mart ayının son haftasında Jacob K. Javits Kongre Merkezi'ne uğramamak büyük kayıp olurdu. Üç gün süren New York Restaurant Show 2025, sadece bir fuar değil, adeta yiyecek-içecek dünyasının bir festivaliydi. Ben de bu deneyimi yerinde yaşama şansı buldum. Açıkçası, hâlâ tadı damağımda.

İlk adımı attığınız anda buranın klasik bir fuar olmadığını anlıyorsunuz. Dört bir yandan gelen kokular, standlarda hummalı bir hazırlık, ustalıkla hazırlanan tabaklar ve ilham verici konuşmalar… Her detay, bu sektörün kalbinin burada attığını hissettiriyor.

En çok dikkatimi çeken şeylerden biri, fuarın ölçeğiydi. 250’nin üzerinde katılımcı firma, sadece ürünlerini sergilemiyor; aynı zamanda hikayelerini anlatıyorlardı. Örneğin, tadımını yaptığınız bir peynir hakkında bilgi alırken, bir yandan üreticisinin köklerinden bahsetmesi, ürünü sadece lezzetli değil anlamlı da kılıyor. Sadece yiyip içmekle de kalmıyorsunuz bu fuarda. Eğitici oturumlar sayesinde restoran sahiplerinin ve şeflerin asıl derdiyle yüzleşiyorsunuz: sürdürülebilirlik, teknoloji, personel yönetimi, yeni nesil tüketici davranışları, yeme-içme sektörü konusundaki sigorta hizmetleri… Özellikle “Why I Cook” sunumunda Tom Colicchio’yu izlerken, işin mutfağında nasıl bir tutku olduğunu yeniden anladım. Şef Maria Loi’nin Yunan mutfağını anlatışı ise hem keyifli hem öğreticiydi.

Ve evet, canlı gösteriler… Melba Wilson’ın Harlem mutfağından örnekler sunarken anlattığı anılar, gösteriyi sadece bir yemek sunumundan çok daha fazlasına dönüştürdü. Kimi zaman seyirciler alkışladı, kimi zaman notlar aldı.

Fuar sadece bugünü değil, geleceği de düşündürüyor insana. Bitki bazlı ürünlerden, dijital sipariş sistemlerine; eskiyle yeninin buluştuğu bir geçiş dönemindeyiz. Ve burası bu geçişin vitriniydi.

Sonuç mu? Bir sektörün kendini anlatma biçimi, bu kadar mı canlı, bu kadar mı samimi olur? Buradan ayrılırken tek düşündüğüm şey, gastronominin sadece karın doyurmak değil, aynı zamanda bağ kurmak, anlatmak ve yaşatmak olduğu oldu.

Seneye tekrar gitmek için şimdiden ajandamda yer açtım.

 

Brooklyn'deki organik hazine!

New York'ta şirketim Der Pack ile yaptığımız verimli görüşmelerden biri de Brooklyn'de Yahudilerin yoğun olarak yaşadığı yerleşim bölgesindeydi. Restoranların isimlerinde, okul servislerinin üzerinde karşılaștığımız İbranice yazılar, marketlerde çalan İbranice müzikler buram buram geleneklerine bağlı bir toplumu yansıtıyordu.

Toplantı arasında șirketimizin sahibi Nihat Özder ile “Bir kahve içelim” derken, kafe kültürü yaygın olmadığından oturup vakit geçirecek yerleri keşfetmekte zorlandık. 

O sırada karşımıza hazine gibi bir yer çıktı: Brooklyn OS Natural Foods. Tam da o köklerine, değerlerine göre yaşayan halkın, günümüzün en popüler kalemlerinden organik yiyecekler ile buluşacağı bir yer. Brooklyn’in kalbinde, Yahudi toplumunun uzun yıllardır yaşadığı, kültürünü ve inancını yaşattığı mahallelerde yer alan bu marka, doğallığın ve sadeliğin ne kadar kıymetli olduğunu bizlere hatırlatıyor.

Menüsünde Chia'lı pudingten falafele, somonlu salatadan protein toplarına ve tamamen organik meyve sularına dek her şey var.
Yahudi toplumunun nesiller boyu süregelen bilinçli beslenme alışkanlıkları ve organik tercihlerine saygıyla şekillenen Brooklyn OS Natural Foods, yalnızca sağlıklı beslenmek isteyenlere değil, yaşamına anlam ve değer katmak isteyen herkese hitap ediyor. 

 

Sizin normlarınızla değil, nasıl güvende hissediyorsak öyle!

Geçtiğimiz günlerde Fenerbahçe - Sivasspor maçında tribünlerde açılan bir pankart biz kadınları ayağa kaldırdı: “Doğal olan normal doğum.” Kadınların bedenleri, yaşam tercihleri ve tıbbi kararları üzerinden ahkâm kesen bu ifade, eminim birçoğunuza son derece sorunlu bir zihniyetin yansıması gibi gelmiștir.

Bu tür cümlelerle yapılan, kadınlara doğum hakkında bilgi vermek değil; doğrudan bir norm dayatmaktır. Normal doğumu ‘doğal’ olarak tanımlarken, sezaryeni, tıbbi müdahaleyi ya da farklı doğum tercihlerinin hepsini dolaylı yoldan ‘doğal olmayan’, ‘eksik’, hatta ‘yanlış’ gibi göstermektedir. Bu ise kadınların bedenleri üzerindeki en temel haklarından birine, yani kendi doğum şekline karar verme hakkına açık bir müdahaledir.

Her kadının doğum süreci farklıdır. Bedeni farklıdır, geçmişi farklıdır, koşulları farklıdır. Bazı kadınlar için normal doğum tehlikeli olabilir, bazıları için travmatik. Bazıları sezaryeni tercih eder çünkü öyle güvende hisseder. Bazılarının tercihi değil, zorunluluğudur. Ve bunların hiçbirinin toplumun onayına ihtiyacı yoktur.

Kadınların doğum tercihini yüceltilen bir biçimle sınırlandırmak, doğrudan baskı kurmaktır. Üstelik bu mesajın verildiği yer bir futbol stadyumuysa, yani kadınların temsiliyetinin zaten en az olduğu yerlerden biriyse, mesele daha da vahim hale gelir. Kadın bedeni, kadın kararı, kadın sağlığı – bunlar asla tribünlerdeki sloganlarla yönetilemez.

Kadının bedeni sadece kendisine aittir. Bu kadar basit. Hangi doğumu yapacağına, hangi doktorla ilerleyeceğine, nasıl bir süreç yaşayacağına yalnızca kendisi karar verir.

Eğer bir pankart asılacaksa, şöyle yazmalıydı:

“Doğum şekli değil, kadının kararı kutsaldır.”

O zaman belki bir adım ilerlemiş olurduk.

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün